TÜSİAD kapısında demokrasi aramak

Hafta başı HDP heyeti TÜSİAD ziyaretindeydi. Yapılan açıklamaya göre TÜSİAD ile kayyum darbesi, demokratik anayasa, yargı reformu konuları görüşülmüş. Bir de demokrasi ittifakı konuşulmuş. 

Ziyaret nedeniyle “TÜSİAD korku duvarını yıkıyor” başlığı atacak kadar kendini kaybeden liberal kalemleri bir kenara koyuyorum. Esas mesele patronların hem AKP-MHP’li Türkiye ittifakının hem CHP-HDP-İYİP-SP ve sola doğru uzanan diğer parçalarıyla demokrasi ittifakının ana unsuru olmayı başarmış olması. 

AKP ile kazan, AKP karşıtı cephe ile kazan… “Kazan-kazan” bir patron stratejisidir.

Böyledir de şu demokrasi denen şeyden patronlar ne anlamaktadır ve bu konuda sicilleri nasıldır, bir bakmak gerekir...

İŞÇİNİN SIRTINDAN SOPAYI EKSİK ETMEMEK

Cuntayı destekleyip yönlendirdiler. Sendikaları kapattırdılar. Sonra işçileri bir gecede kendi kontrollerindeki sarı sendikalara habersiz üye kaydettiler. İstifa edeni attılar. Fabrikalarda ilerici-öncü ne kadar işçi varsa temizleyip yerlerine ülkücü-faşist, cemaatçi işçileri doldurdular. Devlet bürokrasisindeki uzmanları sayesinde çalışma yaşamıyla ilgili en ağır düzenlemelere imza attılar, kalıcı hale getirdiler.

Tüm bunlar 12 Eylül’ü izleyen birkaç yılda patronların “sınıf” performansının küçük bir özeti olarak okunabilir. İşçinin sırtından sopayı eksik etmemek! Sicil midir, öyledir.

Bu zorbalıkta epeyce yol aldıktan sonra yeni bir ideolojiye ihtiyaç duydular. Yeni bir ideolojiye ve o ideolojiyi besleyecek bir kavrama. 

PATRONLARIN ENDÜSTRİYEL DEMOKRASİSİ

Bu arayışın ürünü “endüstriyel demokrasi” kavramıdır. Türkiye burjuvazisinin doksanlı yıllarla birlikte yükselttiği bu kavram normalleşme algısı yaratma kaygısının ürünüdür.

Üstüne Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çözülüşü geldi. İşçiler için ileri olan bu “kötü örneğin” en azından güncel bela olarak ortadan kalkmış olması işleri kolaylaştırdı. “İlaç gibi geldi” deyimi patronlar için tam yerine oturdu.

Bastılar gaza.  

En hızlı demagoji “işçi sınıfı değişti” oldu. Artık işçi değil operatör, usta değil takım lideri, şef değil supervisor vardı. 

Onu “sınıf mı kaldı!” izledi. Toplumları sınıflara bölmek Soğuk Savaş kafasıydı ve artık geride kalmıştı.

Ama işyerleri hâlâ vardı ve çok önemliydi. Oranın sürekliliği esastı. İşyeri varsa iş, iş varsa çalışan vardı. İşyerini korumak, kollamak, bunun için fedakarlık yapmak esastı. Zaten artık emek-sermaye çelişkisi üzerine kurulu eski tip işçi-işveren ilişkisi değil, uzlaşma, açık kapı, katılım gibi değerleri gözeten yeni, modern bir ilişki gelişmekteydi.

İşte bu zırvalığın adını “endüstriyel demokrasi” koydular. 

Sanayi sitelerine cami, fabrikaların içine mescit açtılar. Endüstriyel demokrasi işçinin buralarda ibadet özgürlüğü oldu. Bu demokrasinin yarattığı “şükreden işçi” en çok patrona yaradı. 

Endüstriyel demokraside işçilerin örgütlenme özgürlüğü, patronun gösterdiği sendikaya üye olmak oldu. “Yok ben istemem” diyen, kendini kapının önünde buldu.

İşyerlerinde de duvarları yıktılar. Endüstriyel demokraside genel müdürlerin kapısı hep açık oldu ama o kapıdan girip patrona toplu talepte bulunmak pek mümkün olmadı. 

Endüstriyel demokrasi, işiyle ilgili işçiye öneri yapma hakkı tanıdı. Ama yaptığı önerinin verimliliği artırması nedeniyle patron için artık daha az işçiyle çalışmak mümkün hale geldiğinde atılan arkadaşına sahip çıkmak, onunla aynı kaderi paylaşmak demek oldu.

İşçiler için her şeyin özgür olduğu endüstriyel demokraside mesai arkadaşıyla dayanışma içinde olmak, örgütlenmek, ücret pazarlığı yapmak, çalışma koşullarında iyileştirme talep etmek, tümü için üretimden gelen gücü kullanmak yasak oldu.

Patronların demokrasi anlayışı böyle oldu. Tümüyle sınıfsal!...

PATRONLARDA BARIŞ DA VAR!

Sonraları bu anlayışı geliştirip çeşitlendirdiler. Şimdilerde bahsettikleri ise çoğunlukla “endüstriyel barış”. 

İşçiler örgütlü mü? Grev hareketleri sık mı? Eylem, direniş gibi işçi hareketleri yoğun mu? İşçi-işveren anlaşmazlıklarında hükümetlere iş çözdürmek zor mu? Bu sorulara “hayır” yanıtı aldıkları coğrafyalar patronlara göre “endüstriyel barış” olan, yani yatırım iklimindeki coğrafyalar kapsamına giriyor. Ülkede şeriat varmış, cunta yönetiyormuş, insan hakları, adalet işlemiyormuş pek bir önemi kalmıyor. Kriter “endüstriyel barış” oluyor.

Geriye patron kapısında demokrasi ve barış aramanın dayanılmaz hafifliği kalıyor.