Yine 'yeni' değildir

2000’lerin başlarıydı. Anayasa Mahkemesi Danışmasında görevli arkadaşlar bir siyasi parti başkanının görüşmek istediğini söylediler. 

Apartman dairesinde kurmuşlar partiyi. Aynı apartmanda oturan kimi komşular ve apartman dışından memur ve işçi emeklileri. Kurucu başkan da eğitim emeklisi. O tarihlerde Mecliste olan büyük partilerden birinin tüzüğünü ad ve adres değiştirerek kopyalamışlar. Ancak üye sayılarını artıramadıkları gibi, birçok konuda ne Tüzüklerinin ne de Siyasi Partiler Kanununun gereklerini yerine getiremez hale gelip tıkanmışlar. “Ne yapmalıyız” diye çıkıp gelmiş kurucu başkan. 

‘Niye böyle bir parti kurdunuz’ dedim, ‘siyaset yapmak’ için yanıtını verdi. ‘Bu kadar kurulu parti var neden onlardan birinde siyaset yapmıyorsunuz’ diye sordum, 'hiçbiri kafamıza uygun değil’ dedi. ‘Nasıl bir toplum ve devlet hedefliyorsunuz’ sorusuna ise merkez partilerin programlarının karışımı bir yanıt verdi. Özetle düzenin tam içindeydiler, yalnızca tüzükleri değil siyasetleri ve programları da düzen içi partilerden farklı değildi. 

Türkiye’de siyasi partiler üzerine çalışanlar çok zorlanmadan görürler bu tür kopyalamaları. O eşeği boyayıp satma fıkradaki gibi… Aynı siyasetin boyanıp boyanıp sunulmasıdır düzen içinde siyasi partiler.

Parti vitrinlerinde gösterilen dinsel, etnik, muhafazakar, merkez, sağ, liberal, demokrat, sosyal demokrat, demokratik sol gibi yelpaze parçaları “yapı”yı, ekonomik ve toplumsal ilişkileri, üretim araçları ve ilişkilerini, özel mülkiyeti, sözleşme/girişim özgürlüğünün anlamını, gelir dağılımı ve tüketim ilişkilerini, kamusal alanların kullanımını, özelleştirmeleri, emperyalist ilişkileri, eğitimi, sağlığı, adaleti, hak ve özgürlükleri sorgulamaz. 

Aynı renklerin tonlamalarıdır gösterilen, daha çok da devlet ve hukuk gibi üst yapı kurumları üzerine kelam ederler. Dokunmadıkları, dokunulmasını da istemedikleri alan “yapı”dır, “sınıflı toplum”dur. Somut durumun somut analizinden ve sınıflı toplum gerçeklerinden, sınıfsal karşıtlıktan kaçarlar.

Liman olarak da burjuva demokrasisine sığınılır. Herkes o limandaki düzen gemilerine bindirilmek istenir.

Sermaye sınıfına güven veren, kapitalizmin ve emperyalizmin yasalarını benimseyen, sınıfsal karşıtlık yerine uzlaşma ve uyumu esas alan siyasi partiler, birbirlerinden ad, amblem, tüzük ve program olarak farklı gözükseler de düzen içidirler. İçlerinden farklı partilerin çıkması ya da başka bir parti olarak kurulmaları “yeni” tanımına uymaz, farklı giysilerle yineleniyorlardır yalnızca. 

Bolca demokrasi denir de, yurtseverlikten, aydınlanmadan, sermayeye karşı sınıfsal mücadeleden, sınıfsız ve sömürüsüz toplumdan söz edilmez. 

Bolca revizyon, reform denir de, “bu düzen değişmeli” denmez. 

Birisi yenilince sevinilir de, gelenin gidenle aynı politikaları savunup aynı uygulamaları yapmasına ses çıkarılmaz. 

İktidara kızılır da, muhalefet onun yerine oturduğunda aynı düzen yasalarını çalıştırırken, kamusallığı ayaklar altına alırken, emperyalizmin isteklerini yerine getirirken, gericiliğe göz yumarken, dini devlete ve siyasete alet ederken susulur. Susulmakla kalınmaz toplumsal gerçekleri anımsatanlara da laf yetiştirilir.

Siyasi partiler farklılaşır ama piyasacı ve gerici politikalar değişmez, düzenin kılına dokunulmaz.  

“Yeni parti” diye sunulana da eskisinden kurtulmanın karşılığı olarak sevinilir. Oysa yapılacak olan yinelemedir.

ANAP ilk seçimini kazandığında, darbeden sonra "demokrasiye döndük, dört eğilim birleşti ve neoliberal dünyayla entegrasyon sağlandı" diye sevinildi. 

1990’lar farklı adlardaki partilerin koalisyonlarıyla dengelenmeye çalışıldı.   

AKP, “Krizin ekonomik ve sosyal maliyeti çok yüksek olmuş; iç ve dış borç yükü inanılmaz bir şekilde büyümüş, yüzbinlerce işyeri kapanmış, milyonlarca insan işini kaybetmiş, ekonomi bütünüyle Uluslararası Para Fonu (IMF) ile Dünya Bankasının yönetimine terkedilmiştir. Daha da önemlisi, insanımızın devlete ve siyaset kurumuna güveni sarsılmış, geleceğe ilişkin umutları kırılmıştır” diyerek; “dürüst, cesur, genç, dinamik, bilgili ve temiz kadroların öncülüğünde, siyaseti yeniden milletle buluşturmak için kapsamlı bir programla umut ve güven dolu bir geleceği yeniden tesis etmek üzere yola” çıkarken geçmişin piyasacı ve dinci partilerinden farklı umut pompalayarak oturdu iktidar koltuğuna. 

2002 Erdoğan-Gülen ortaklığı… ABD desteği… Alkışlar… Alkışlar…

2016 darbe girişimi sonrasında da Fethullah Gülen’den kurtulduk diye sevinildi.

“Yerel yönetimlerde AKP’den kurtulduk” sevinci de benzer sevinçlerin tekrarı.

Sevinçler oluyor ama ne kapitalizmin ve emperyalizmin felaketlerine, kriz ve çürümelerine çare bulunuyor ne işçi sınıfının sömürülmesinin, işçi ve doğa katliamlarının önüne geçiliyor ne de gericiliğin, yobazlığın, insanlık dışı ilişkilerin frenine basılıyor.          

Buralardan ve de AKP’yi her koşulda meşrulaştıran düzen içi siyasetten emekçi halk için uyumlaştırma ve uzlaştırma tuzağı dışında bir şey çıkmaz. 

Gündemin oturduğu yer yine sömürü düzeni ve “yapı” değil, başkanlı yönetimden parlamenter rejime dönüş.

Yineleyerek onarmak olanaksız artık…   

Emekçiler haklar için, genel oy hakkı için mücadelelerini sermaye sınıfıyla uzlaşmak için vermediler; kanlarını sermaye sömürmeye, gericilik uyutmaya devam etsin diye akıtmadılar. 

Komünistleri düzen siyasetinden ayıran ve onlarla aynı gemide tutmayan, sınıfsal tavırları ve işçi sınıfının siyasetindeki sorumluluklarıdır. Aynı devrimci sorumluluk, ahlak ve disiplin sınıfsal karşıtlarına ödün vermeyi, onlarla uzlaşmayı da reddeder.

İnsanın insanı sömürmemesini hedefleyenler, sömürücü düzende gelecek olmadığını da bilenlerdir. Onun için de hep bir başka dünya için mücadele ederler.