Yalnızca YSK ve hukuk tanımazlık mı?

Hukukun yapılan ve yapılabilecek tanımlarına takla attıran çok örnek biriktirdi AKP.

Hukuksuzluğun hukuk kılıfına sokularak sunulduğu, hemen her yerde ve olayda keyfiliğin boy gösterdiği uygulamalar yalnız OHAL döneminde değil, tüm dönemlerde yaşatıldı.

“İdare” dediğimiz kamu yönetimi hemen her hiyerarşik kademede kanıksadı bu uygulama keyfiliğini. O klasik teknokrat/bürokrat uyarı ve direnişleri eriyip gitti. Deneyliler türlü bahanelerle, sonra da 15 Temmuz ve OHAL ittirmesiyle kapı önüne konulurken, yeniler şaibeli sınavlarla ya da AKP/tarikat/cemaat ölçütleriyle yerleştirildi. Kamu görevlileri ödül/ceza yöntemiyle tutuldu ya da atıldı.   

Yürütme organı dediğimiz bakanlar kurulu, kurul olmanın özelliklerini unuttu tekleşti. Sonra da başkanlı yönetimle tümüyle tek oldu. Reis ne derse ona uyuldu.

Yasama organı, AKP’nin ve tabii ki sermayenin isteklerini yasalaştıran, onaylayan, denetim görev ve yetkisini unutan işlevsizleştirilmiş bir misyona gömüldü. Meclis muhalefeti, adı muhalefet kendi yadigar, düzen payandası oldu.

Umut yargıdaydı. Umut bağlanan dağlara kar yağdı, yollar tıkandı. Bir iki kibritlik saman alevleri dışında yargı AKP’nin ve patronların onay makamı olarak karardıkça karardı. Anayasal denetim ve hak arama organı Anayasa Mahkemesi, AKP’nin “iyi ki var dediği”, anayasasızlığı anayasa yapan yüksek yargı organı oldu.

Üniversiteler sustukça sustu, susa susa önce kekemeleşti sonra dilsizleşti. Direnenlere polis eğitimi(!) verilmeye kalkışıldı.   

Meslek kuruluşları, dernekler, vakıflar, sendikalar… Ya yandaşlaştırıldı ya da üzerlerinde dolaştırılan denetim ve tehdit kılıcıyla kendi dertlerine boğuldu.

Yaygın medya, yandaş medya… Herkesin gözünün önünde, kulağının dibindeler. Televizyon açmayıp gazete okumamak tepki ve övünç konusu oldu.

Eğitim, ya paranın ya da dinin kurbanı. Çocukların ve beyinlerin meta yapıldığı kocaman, karanlık bir pazar. Sağlık da öyle…

Düzen içindeki siyasi partiler merkezin uyduları durumunda. Yenikapı ruhundan Samsun ruhuna oyalanıp duruyorlar.

Genç fidanların, aydınların, eğitimcilerin, gazetecilerin, devrimcilerin katilleri yıllardır cirit atıyor. Kadınlar öldürülüyor, katiller ortada. Çocuklar istismara uğruyor istismarcılar ve savunucuları ortada. İşçiler onar onar, yüzer yüzer katlediliyor, katil düzen ortada.

Cumhuriyetin nitelikleri ince hastalığa yakalanmış gibi yedi bitirdi kendini.

Bitmiyor… Bitmez de… Saymakla da yazmakla da bitmez.

Kapitalizmin ve emperyalizmin çürümesinin, çürüdükçe çürütmesinin durdurulamayacağı yerdeyiz.

Sömürünün ve gericiliğin tümörleri yayıldıkça yayılıyor. Çaresizlik tümörü de devrede, boş geçmiyor.

Genel oy hakkı mı?

Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanındaki cinayet gibi, herkesin gözü önünde katledildi.

Çalanlar, çaldıklarının avuçlarının içinden kayıp gitmesinden, kendi adaletsiz seçim düzenlerinin kendilerini sokmasından korkuyor.

YSK mi? Buraya kadar yazdığımız her şeyin içinde…

Gerekçeli karar peşine düşüldü. Toplantıları da kararları da hukukun yanından geçmezken gerekçe mi hukuksal olacak? Delilsiz kanıtsız sayfalar dolusu söz yığını, AKP’nin ispat edemediği itirazların tekrarı.

Analizini yaptık, YSK kendi hakkında suç duyurusunda bulunmuş, iddianame düzenlemiş. Karşı oylar, “tahmini ve farazî” gerekçeyi öyle çürütüyor ki, bu iddianamenin kabul edilmemesi olanaksız.

Ama bütünüyle YSK’nin “demokratik ve geniş katılımlı müzakereye olanak tanımak açısından” uzun süredir 11 üye ile toplantı yaptığını ve bu hususun Anayasa'ya aykırı olmadığını iddiaları da sakat.

“Seçme hakkı”nı gasp edip sahipliğine soyunan, “seçmen iradesi”nin yerine geçen YSK,  anayasal yargının da sahibi olmuş. “Kararlarım kesindir” diye şekil sakatlığını kestirip atıyor. Bu kadar kolaycı, bu kadar emir kulu…

Muhalefet de başka bir hukuk tanımında... Seçimler adaletsiz, YSK’nin seçim yenileme kararı şekilde ve esasta hukuksuz ama olsun artık seçim yapılacak, yanıtı da halk verecek diyorlar. Hukuksuzluğu kabul edip o hukuksuzlukla yapılacak seçimi onaylıyorlar.

Ne demokrasiymiş, ne özgürlükmüş, ne Anayasaymış ki her keyfiliğin, her hak ihlalinin, her talanın ve çıkarın, her yenilen haltın dayanağı olabiliyor.

“Bırakın yapalım, bırakın geçelim, bırakın seçelim… Bırakın ezelim, bırakın sömürelim…”  İstekleri bu.

Sorumluluk da halka yüklendi mi, tablo tamam. Aziz Nesin’in “Dur Bakalım Ne Olacak” hikayesindeyiz.

Direnmenin, ilerlemenin ve aydınlanmanın Cumhuriyetini yıktılar, tarihi ve kültürüyle insanlığı da yıkmaya kalkıyorlar. Değerleri kararttılar, aydınlanmayı ve bilimi de karartmaya çabalıyorlar. Laikliği dinsel özgürlük yaptılar, dinsel özgürlüğü sünnileştiriyorlar. Halkı uyumlaştırıp mücadelelerle kazanılan haklarını yok ederken mücadele kanallarını da tıkamak, sınırsız sömürülerini sürdürmek istiyorlar.

Yıkıp dağıtıyorlar ama ne Fuller’in “Yeni Türkiye Cumhuriyeti”ni, ne Erdoğan’ın “Yeni Osmanlı Devleti”ni kurabiliyorlar.

Temel çelişkiyi, sermaye sınıfı – işçi sınıfı çelişkisini unutturmaya çabaları yetmiyor.     

Yurtseverlik ve aydınlanma direncini, emekçi halkın mücadelesini, işçi sınıfının devrime kilitlenen örgütlü gücünü dağıtmaya güçleri yetmiyor.