Umutsuzluğun içinde yeşeren umutlar

AKP iktidarından, başkancı yönetim modeline geçişten, halkoylaması ve seçim sonuçlarından, hukuksuzluktan, muhalefetsizlikten, siyaset ve devletten, en yıkıcı olarak da işsizlik ve ekonomik kriz altında ezilmekten yakınanlar görünür şekilde artıyor. 

Yakınma konularındaki ortaklıkların “sandık başına gitmeme”, “televizyon izlememe”, “dertleşme” ya da “birilerinin birbirine düşmesini bekleme” gibi çözüm üretici olmayan pasif tepki yolunda buluşmalarının karşılığı ise “umutsuzluk”… Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok.

Derine dalmadan bir siyaset ve devlet tahliline girilince, çoğu kişi sanki bu ülkede yaşamamış, haberleri yokmuş gibi dinliyor. Böyle, bir filim senaryosu gibi dinleyince de ekonomi-siyaset-devlet üçgeni üzerine yapılan analizlere dikkat toplanamıyor.

Kısa bir özetle devam edelim. 

1970’lerin son çeyreğinde yaşayanlar anımsar; Turgut Özal’ın Demirel döneminde başbakanlık müsteşarı olması bürokrasi ve devlet geleneği üzerinden tartışılmıştı. DPT müsteşarlığı vardı ama sonra da Madeni Eşya İşverenleri Sendikası (MESS)'de yönetim kurulu üyesi olmuştu.  Aynı Özal, 24 Ocak kararlarının mimarı oldu. Yürütemediler, 12 Eylül darbesi imdada yetişti.

Özal ANAP’ı kurup seçimlere hazırlandığında askerlerin partisi (emekli orgeneral Turgut Sunalp ve arkadaşlarının kurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi, MDP) karşısında şansı yok dendi. MDP 12 Eylül darbesinin siyasal çizgisini savunduğunu söylerken 24 Ocak kararlarını savunuyordu, onun aslı da Özal’ın ANAP’ı idi. Asıl, tek başına iktidar oldu.

“Alternatifimiz yok” diye diye uluslararası sermayeyle entegrasyonu sağlayan Özal, birden askerlerin seçeneği olmuştu ve darbenin otoriter Anayasasını da “demokrasi” adına maskeleyivermişti. Neoliberal uyum ve yapılanmayla geçen, istikrar programına ve özelleştirmeye adanan başbakanlık döneminin ardından cumhurbaşkanı adayı olunca bu sefer de Özal CB olamaz polemikleri başladı. “Boru pantolonu” bile CB olamayacağına gerekçe yapıldı.

1990’ların koalisyonlarının hikayesi uzun. “Biraz nefes alındı” diyenler olabilir. Gerçeği şu ki, hava ve çevre kirletilmeye devam edildikçe alındığı sanılan nefes yaşamı daha hızlı yok ediyor. Sosyal demokrat/demokratik sol siyasetin sağ/radikal sağ/dinci siyasetle ortalığıyla geçen bu dönemin manşeti, “aynı siyaset”in farklı partilerle ve hükümetlerle yürütülmesidir. 

Kimi sınırlama ve frenlerin sermayenin tahakkümünü ve IMF programlarının seçeneksizliğini önleyemediğinin görüldüğü 1990’lar 2000’lere kısa da olsa taşındı ama “sınırsız tahakküm” talebi AKP proje partisini getirdi. 2002’deki polemikse siyasi “Gül” ile belediyeci ve de siyaset yasaklı “Erdoğan”ın geleneksel siyaset içinden fırlayıp çıkamayacağıydı. Hem tek parti olarak çıktılar, hem de 2018’lere uzanan yolları açtılar.

Başkanlık tartışmalarının AKP ile başlamadığını hep yazdık. Yıllarca tartışmaya açıldı, her gündeme gelişinde de Türkiye Cumhuriyetinin parlamenter esastan ayrılamayacağı anlatıldı. AKP döneminde bile “olamaz” denildi. Ama oldu, göstere göstere oldu, yıka yıka oldu.

Ne tartışıldı peki? “Böyle Anayasa değişikliği olmaz” dendi. “OHAL’de Anayasa değiştirilemez, OHAL’de halkoylaması yapılamaz” dendi. “Halkoylamasında hayır çıktı ama” dendi. “Seçimler adaletsiz seçim hukukuyla yapıldı” dendi. “Anayasaya uyum hukuku ve devlet kurumlarının yıkımı esnek mi esnek yetki kanununa dayanılarak KHK’lerle” yapıldı dendi.

Şimdi anayasalı yeni yönetimden, anayasalı hükümdarlıktan anayasal devlet bekleniyor, hukuk bekleniyor, yargı bağımsızlığı bekleniyor; işlevsizleştirilen parlamentodan da umut… Öyle ya AKP azınlıkta değil mi? 

Kalktı denilen OHAL Meclis tarafından sürekli kılınırken de cumhurbaşkanlığı kararnameleri devleti ve hukuku paçavra gibi dağıtırken de iktidar Anayasaya ve hukuksal meşruiyete sığındı.    

Devletle alay ederek, hukukla alay ederek gümbür gümbür geldiler; keyfiliği devlet ve hukuk yaptılar. Züccaciye dükkanına dalan fil oldular, emekçi halkı ezikçe ezdiler. 

Sermaye ve siyaset içi çelişkilerden, sermayenin yarım ağız uyarılarından bile umut bekleniyor. Bu iç çelişkiler sınıfsal olarak işçilerin, emekçilerin ezilmesini, sömürülmesini azaltmıyor, tersine artırıyor; fırsatçılıkla, değişen durum sığınmasıyla artırıyor. 

Dün OHAL’le işsiz bırakılanlar bugün krize dayanarak işsiz bırakılıyor. Dün devletçe gasp edilen haklar bugün devlet ve patron işbirliğiyle gasp ediliyor. Filin dağıttığı dükkanı toparlamak adına, devleti şirketleştiren başka filler devreye giriyor. 

Siyaseti, devleti ve ayrılmazı olan hukuku sınıfsal okuyamamanın, sınıfsal analize tabi tutamamanın ya da tutmak istememenin sonucu bunlar, düzene dokunamamanın ya da dokunmak istememenin sonucu.     

Özgürlük hukuku, özgürlük yargısı denilen Anglosakson modelin, ABD’deki kullanımının çarpık yansımasını görüyoruz bugün Türkiye’de. Çarpık olanının ve olmayanının özü aynı; sermaye sınıfına kayıtsız koşulsuz hizmet ve destek. Önüne nitelendirme koymadan düzen içinde “hukuk devleti”ni, “hukukun üstünlüğü”nü istemek de bu hizmet ve desteğin versiyonu. Erdoğan, Danıştay kararına öfkelenirken “yanımda hukukçular var” demedi mi?

Halk ezilirken, bir yandan dinsel gericilikle oyalıyorlar bir yandan kısır polemiklerle. Yakın dönemde yapılanlar o kadar benimsetilmiş, o kadar sindirilmiş ki yaşananların sömürücü düzen tarafından başlarına getirildiğini kabul etmek istemeyenler, gözlerini ve kulaklarını kapatanlar ne seslerini çıkarabiliyor ne de düzendeki payını üstleniyor. 

Yobazlığa, bağnazlığa, kadın ve çocuk istismarlarına karşı olup dinciliğe ve anti laik uygulamalara göz yumanlarla, emperyalizme karşı olup kapitalist emperyalizme ses çıkarmayanlarla, bozuk plak gibi takılıp kalınıyor umutsuzluğa. 

Düzene karşı çıkamayıp sermayenin ve yönetiminin istikrarı için destek verenler, düzenin polemiklerine tutsak olanlar körüklüyor umutsuzluğu. AKP’ye karşı çıkma ile kapitalist düzeni koruma özdeşleşiyor sonunda.

Mücadelenin sınıfsal ve örgütsel olduğu gerçeğini yaşama geçirerek bu düzen değişmeli diyen emekçilerin attığı her ilmek, yalnızca polemiklerden kurtulmayı ve umutsuzluğu kırmayı değil düzeni değiştirmeyi de hayallerden gerçeğe taşıyor. İşçi sınıfı yapıyor bunu.