Teslim alma yanılsaması

En ağır darbeyi eğitimi teslim alarak vurmayı planlayan dinsel gericilik, toplumsal yaşamı, siyaseti, devleti ve hukuku teslim almayı kafasına koydu. Öyle sinsi sinsi değil, yol ağlarını artırarak açık seçik ilerliyor hedefine.

Sosyal ve kültürel ilişkilerde, alışverişte, çalışma ve dinlenme ortamlarında, medyada, özellikle de sosyal medya denilen bireysel, grupsal ve genel iletişim ağında, telefon konuşmalarında yaygın bir dinsel dil ve bağlantı çılgınlığı sardı ortalığı. Yağ lekesi gibi büyümeye devam eden işgale kendisini laik görenlerden de katılım artıyor.  Dille birlikte yaşam tarzı da değişiyor.

Bodrum depreminde, su baskınlarında da gördük. Gericilerin “kadere bağlı tanrı gazabı” söylemlerine kızanlar bile iki dakika geçmeden “tanrı korusun”, “tanrı bir daha yaşatmasın”, “inşallah”, “amin” sözcüklerini tuşlamaktan kaçınmadılar. “Hayırlı cumalar”, “hayırlı kandiller” derken şimdilerde “hayırlı namazlar”; “duanı eksik etme”ler gırla gidiyor.

Din devleti ve dinsel yaşam tarzı birbirini besleyerek yayılıyor. 

Dinselliğin yaygınlaşması araçları arasında tarikat ve cemaatlerle birlikte devlet başı çekiyor. Etkisi yüksek olan araçların başında da hukuk geliyor. Dinselliğin tüm alanlara yerleşip meşrulaştırılmasında ve kabulünde hukuk başrolü oynuyor. Böylece hukuk, aydınlanmanın çocuğu olmaktan çıkıp kendisini gericiliğin kollarına bırakıyor. Sorunlar da din insanlarından oluşacak uzlaşmacı ve arabulucuların kollarına bırakılacak.

Hukuk, gericilikle iki kulvarda birden buluşuyor. Birincisi, dinsel davranışların hukuk içine yerleştirilmesi; ikincisi de hukukun ilerici damarlarının kurutulması…

Birincide en büyük darbeyi eğitim yiyor. Medeni hukuk ve yurttaşlık hakları sırada…

Yakın tarihte yasalarda ve Anayasa’da yapılan sınıfsallığı ve totaliterliği yüksek oynamalar ile hak ve özgürlük ihlalleri hukukun doğrudan gericileştirilmesinin örnekleri. OHAL hukuku ise bütünüyle gericilik kazanı içinde.

Bu gericileştirmeye yargının desteği de yüksek. Anayasa Mahkemesi başı çeken yüksek mahkeme. Laikliği yok eden kararları, OHAL KHK’lerini denetlememesi, OHAL başvurularını toptan reddi, tekil örneklere sıkıştırılmış hak ve özgürlük kararları Anayasa Mahkemesi’nin kara sayfalarını artırmaya yeter. OHAL’in yargılanamazlık hallerini yaratan yerel mahkemeler de sabıkalı.

Güvenilen(!) İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi sınıfta kaldı; sokağa çıkma yasaklarından OHAL başvurularına ve nihayet Gülmen ve Özakça kararlarına kadar “Batı” bakışını açıkça sergiledi. Hepsinin sarıldığı OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu ise büyük elma şekeri görünümlü kocaman bir hiç.

Din ve inanç masumiyetine sığınmak, aydınlanmacılık adına olumlu bir katkı getirmediği gibi, bu masumiyet arkasındaki saflık da toplumsal yaşamı teslim almak isteyen gericilerin alanını rahatlatıyor. Aynı şekilde din ve inanç özgürlüğünü bayrak yapmak gericiliğin önündeki yolları temizlemek anlamına geliyor.

Bir başka tehlike daha var. Toplumsal yaşama ve devlet yönetimine yerleşen dinsellik, kendisine karşı laik ve aydınlanmacı karşıtlıklar arttıkça “şiddet”e her zaman başvurma eğiliminde. Yani son kale fethedilene kadar cihattalar. Bu şiddet, yalnızca devletin ele geçirilmesiyle değil, tarikat ve cemaatlerin yönlendirmesi ya da bizzat kendi üyeleri tarafından da gerçekleştirilebiliyor.

Şiddet silahları arasına hukuk da girdi; büyük ortağı da milliyetçilik.

 Aslında toplumsal yaşamı teslim alan din değil, gericiliği aracı olarak kullanan sermaye sınıfı. Siyasi İslam veya İslami faşizm ya da din devleti, hangisi tercih edilirse anlatım için fark etmez; hepsinin ortak özelliği “para ve din” buluşması. Açılımı da, para için aklın gölgelenmesi, sömürü için emeğin susturulması…

Para ve din buluşmasının, çocuklar ve eğiticiler üzerinden eğitimin dinselleştirilmesine bağlanmasıyla da sonuçta: bir, eğitimimin ve öğrenimin özelleştirilmesinin ve ticarileştirilmesinin önünü açacak; iki, sermayenin eğitimden aldığı pay artarken kendi dünyasının öğrencileriyle birlikte halkın içindeki seçmece akıllı öğrencilerin sermayeye hizmeti sağlanacaktır.   

Yapılanlara, örneğin eğitimde müfredat değişikliği, okullara mescit, müftülere imam nikahı, doğum bildirmeme vb hamlelere biçimsellik ve hukuk üzerinden karşı çıkılması gerekir kuşkusuz ama yetmez.

Karşı çıkış, dinin siyasete, devlete, hukuka, eğitime, topluma, şöyle ya da böyle, az ya da çok el atmasına izin vermemek üzerine kurulmalıdır. Bu da yetmez.

“Cumhuriyeti ve kurucusunu yok sayıyoruz” anlamına gelen “yeni devlet ve kurucusu”nun yolunu kesmek de yetmez.

Bütün bunların üzerine, “huzurlu ve refah dolu, insan haklarına saygılı” bir burjuva devlet ve sınıflı toplum isteyerek, kapitalist ve emperyalist ilişkileri sorgulamayarak ya da sorgular gibi gözüküp ödün üstüne ödün vererek, ideolojik sapmaları yok sayarak kendilerini solcu ilan edenleri solcu saymakla ve onların peşinden gitmekle de “yetmez”ler düzelmez.

Aydınlanma Hareketi olarak hep vurguladık laikliğin dinsel özgürlükle sınırlandırılamayacağını ya da dinsel özgürlüğün laiklik olmadığını. Açık ve net koyduk tavrımızı, “din siyasetin, devletin, hukukun, eğitimin, yurttaşlık ilişkilerinin ve toplumun dışında olmalı” dedik. Laiklik karşıtı her adıma yanıt verip karşı çıkmaya, somut adımlar atmaya devam ettik.  Ama burada durmadık, duramayız.

“Yeni Bir Aydınlanma İçin” (Yazılama Yayınevi, 2017) kitabımızda vurguladığımız gibi “aydınlanma kavgasını, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin vazgeçilmezi” olarak sürdürmeye hız kesmeden ve kesintisiz devam edeceğiz. 

“İşçi sınıfı”, “boyun eğmeyenler” ve “sınıfsal mücadele” varken ne aydınlanma ve emek ne de toplum bütünüyle teslim alınabilir. İşçi sınıfının çıkarlarıyla taban tabana zıt olan sömürü düzeni yıkılmadan eşitlikçi, adaletli ve aydınlanmış bir toplum kurulması olanaksızdır.