'Şirket Devlet'in yargısı böyle olur

“Yargı bağımsızlığı” yasama, yürütme ve yargı organlarının, dinsel, siyasal, ekonomik ve toplumsal çıkar gruplarının etkisi altında kalmamayı; aynı zamanda da birey ve/veya toplum karşısında en ufak bir kuşkuyu taşımamayı nitelendirmekle birlikte sınıfsallıktan soyutlanamaz. Yanına “tarafsız”lığın eklenmesi de bu durumu değiştirmez. Bunu hep vurguluyoruz.

Bu vurgulamanın daha açık söylemi şudur: Kapitalist düzende yargı düzen içidir, bağımsızlığı ve tarafsızlığı da düzenle sınırlıdır. Hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak duran hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı da aynı sınırlar içinde kalır; sınır ötesini zorlasa da düzen içinde kalır.

Anayasa Mahkemesinin ya da İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin kimi zaman verdiği cesur kararlara karşın bulundukları yer belli. OHAL hak ihlallerindeki suya sabuna karışmayan tavırları ise sınıfsallığın tam dışavurumu.

AKP’nin türbanlı yüksek yargıcının siyasi taraftarlığını, yüksek yargı başkanlarının çay toplama hevesini, yargıcın avukata saldırısını bu değerlendirme içinde okumak gerekir.

Devleti şirket gibi yönetmek yalnızca yönetmeyi yani yürütmeyi kapsayan nitelendirme değil. Devlet, yasamayı da içerir yargıyı da. Şirket devlet, yasamanın da şirketleştiği devlettir, yargının da… Yeni Anayasa’nın “anayasal hükümdarlık” rejimi yasamaya da egemen olmak için kurgulanmıştır yargıya da…

Düzenin adı “sömürü” ise devlet aygıtı ya karışarak ya da karışmayarak sömürü düzenine hizmet eder.

Neoliberalizmin işine geldiğinde “küçülmeli” dediği devlet, işine geldiğinde sermayeyi krizlerden kurtarmak için kolları sıvar. Düzenin “bağımsız ve tarafsız” dediği yargı da kimi zaman emeğin haklarını budayıp sermaye düzenini koruyarak kim zaman da karışmayarak düzenin selametine hizmet eder. Özgürlük, sermaye için vardır da emekçiler için yoktur. Bunun adına da adalet (!) denir.

Sömürü düzeninin yargısının ve adalet anlayışının, bu düzenin ikizi olan dinsel gericiliğin yargısı ve adaletine sığınması da kaçınılmaz.

Yıllarca “türban neyi örtüyor” derken Türkiye Komünist Partisi olarak, bizi haklı çıkaracak bu tür örneklere hiç ihtiyaç duymadan tavrımızı ortaya koyduk. “Keşke bu örnekler olamasaydı” masumiyetine de girmeyiz.

Güncel örneğimizde olduğu gibi, türbanın avukatından yargıcına yargının içine girmesine çıkarılamayan, cılız kalan ya da soruşturmalara konu edilen sesler bugün türbanlı yüksek yargıca karşı daha güçlü çıkıyorsa “susulan ya da gönülsüzce kanıksanan” güdümlülüğün anlaşılamamasından ya da geç anlaşılmasındandır.

Burada kalınacaksa gelecek günlerde başka olay ve tepkilerle karşılaşırız o kadar. Kaldı ki yargı yalnızca bu örneklerle mevzi kaybetmedi. Tahkimi, arabuluculuğu unutamayalım. Tahsin Yücel’in “Gökdelen” adlı romanı parça parça yaşanıyor gerçekte.

Sömürücü ve gerici düzenin iktidarı lideri aracılığıyla türbanlı/yanlı yargıçları atayacak, yargıya müdahale açık seçik ortada olacak, o güdümlü yargıçlar susunca bağımsız ve tarafsız, konuşunca ya da saldırınca bağımlı ve taraflı olacak öyle mi?

2008’de Anayasa’ya yaptığı anti-laik müdahale Anayasa Mahkemesinden dönen ve aynı yıl cumhuriyetin laik niteliğini ihlalden suçlu bulunan Parti, o günden bugüne hâlâ iktidarda… Ne yargı kaldı elde ne Anayasa Mahkemesi.

Haksızlık ettik, kalmadı diyemeyiz; öyle kaldı ki Anayasayı bile alt üst ettiler kararlarıyla. 2008’de gerekçe olarak kullandıkları Anayasanın laiklik maddelerini silindir gibi ezip laikliği “dinsel özgürlük” diye tanımlayıverdiler; hukuksuzluğu denetimsiz bırakıverdiler.

Aynı Anayasanın aynı maddeleri kılıktan kılığa sokulurken en katı desteği yargı verdi.

Anayasal hükümdarlığı savunurken birçok Avrupa ülkesinde, birçok cumhuriyette “kral ve kraliçe” var diyen, bu tezini de Osmanlı geleneği ile destekleyen liderin yargıyı “kadılık” gibi algılamaması düşünülebilir mi?  

Dahası, dinsel gericilik sömürü düzeninin ikizi yapılırken, din siyasete, devlet işlerine ve hukuka sokulurken yargıyı bu bütünden ayrık tutması olası mı?

Bu çürümüşlük içinde yargı mesleğinin onurunu korumaya çalışan meslek mensuplarının benimsediği “Yargı Etiği İlkeleri”ni yargıdaki biat kadrosuna anımsatmanın bile faydası yok.

Ne diyoruz “Bu Düzen Değişmeli” bildirgemizde; “dinin siyaset, yargı ve devlet işlerindeki etkisi tamamen kaldırılacak”; “ırk, din, cinsiyet farklılığı hiçbir eşitsizlik ve haksızlığa yol açmayacak”; “devlet, emperyalizme karşı yurtsever, gericiliğe karşı aydınlanmacı, bireyciliğe karşı toplumcu ve halkçı bir doğrultuda yeniden yapılandırılacak”.

Gericiliği, haksızlığı ve adaletsizliği üreten; bütün zulüm ve kötülüklerin, sömürünün kaynağı olan bu akıl dışı ve çürümüş düzen insanlarımıza 16 yıl boyunca AKP’yi layık görürken içinden adaletsizliğin yandaşı ya da savunmaya saldıran yargıç çıkarması sürpriz değil.

Kapitalizmin özünde olan adaletsizlik kapitalist düzenin adalet mekanizmalarıyla yaşatılmaya çalışılırken gerçek yüzünü saklamayı beceremiyor. Yargı da çürümüşlüğün içine itiliyor. Yargı içi örgütlü mücadelenin susturulmaya çalışılması da bu parçalanmayı körüklüyor.     

Yargı denetimi denilen şey, sermayenin söz ve karar sahipliğinden öteye geçemiyor; adaletsizliği adalet gibi gösterme, sınıfsallığı perdeleme konusunda ise hayli başarılı.

Adaletsizlik zaman dilimlerine serpiştirilmiş, münferit ve geçici tepkilerle düzeltilemez.

Öte yandan “olumlu katkılar az, yargı bitti” diye de yargı yoluyla mücadele terk edilemez, yargının bütünsel olarak teslim alınmasına göz yumulamaz.

Bu düzeni değiştirme mücadelesi, adaletli bir Türkiye’de yaşamanın da mücadelesi.