Şeriata saygı günlerinde yaşamak

Büyükşehirlerin merkezlerinde uluorta dolaşarak gelene geçene “selamünaleyküm” deyip yanıt alamayınca “tanrının selamını neden almıyorsun” diye sataşan, el ele dolaşan gençlere ve şortlu kadınlara saldıran, seyyah gibi dolaşıp oturduğunuz masaya tanrı misafiri gibi oturarak dinsel nutuklar atan, haşemalı aileleriyle plajları ve kahve evlerini paylaşan, plajlarda bira içenlere sataşan, tanımadığınız halde namaza davet eden, daha sıralanacak birçok örnekle özel ve kamusal birçok alanda toplumsal yaşamın içine dalan, şeriat adına görevli yobazlar türedi.

CHP’nin adalet kurultayındaki karşılıklı içki saçmalığı da, dinsel hikayelerden “adalet” çıkarma arayışları da malum. Bir de kamu işlemlerinde belediyesinden bakanlığına, yargısından yasamasına her yerde dinsel simgeli kamu(!) görevlileri yaygın olarak karşınızda. Doğal afetler, iş cinayetleri, trafik cinayetleri, kadın cinayetleri, çocuk istismarları yorumları da malum. Okulları kurtarılmış bölge ilan ettiler.

OHAL KHK’siyle OHAL ilçesi olan bir belde, kararı kurban keserek ve şükür namazıyla karşıladı. OHAL KHK’leri OHAL konusuyla sınırlı olması gerekirken, beldenin ilçe yapılması hukuksuz; OHAL KHK’leri OHAL süresiyle sınırlı, OHAL bitince ilçeleri de bitecek; ama ne gam, yargı bile hukuk tanımazken kim hukuk tanır ki? Kurban kesildi, namaz kılındı işlem onaylandı, şeriatın gereği yapıldı.

Şeriat; kurallarıyla, kurumlarıyla, görevli kullarıyla toplumsal yaşamın her yerinde her anında… Şeriat hukukta, şeriat yargıda… Ve şeriat bastıkça basıyor önce bireye, sonra topluma… Öncelikle de “din ve inanç” saygısı adına susanlara basıyor. Toplumsal yaşam dinsel, siyaset dinsel, devlet dinsel, hukuk dinsel, eğitim dinsel…

Erendiz Atasü’nün, “Yeni Bir Aydınlanma İçin” kitabımızda (Yazılama, 2017, sayfa 44), “insan aklını özgür bırakmak üzere toplumun din kalıplarının dışında düzenlenmesi” olarak tanımladığı laiklik artık tüm sözcükleriyle tepetaklak. İnsan aklı dinsel aklın tutsağı oldu, toplum da dinsel kalıplara sıkışıp kaldı… Gericilik çamuruna burunla birlikte kulaklar ve gözler de batmaya başladı. Sessizlik kul düzeninin emine amade…

Erendiz Atasü’nün aynı sayfada gönderme yaptığı Cumhuriyet öncesi günlere dönersek; milletvekili Tunalı Hilmi Bey’in, “her 50 bin erkeğe bir milletvekili seçilir” hükmünün değiştirilip “her 20 bin erkeğe bir milletvekili” seçilmesi teklifine, “bu 20 bin kişiye kadın nüfusun da dahil edilmesi”ni savunmasına karşı, Meclis’teki tutucu milletvekillerinin “şeriata saygı gösterilmesi”ni ihtar etmeleri, bugün toplumun her alanına yayılmış durumda.

Laikliğin tırtıklana tırtıklana bitirilmesinden islam devletine, şeriattan faşist islam düzenine, toplumda ve devlette gericiliğin ve yobazlığın at koşturmasında “siyasal islam”la birlikte “din ve inanca saygı” gerekçesiyle üç maymunu oynamak önemli bir rol üstleniyor.

Bu desteğe en büyük katkıyı, kendilerine liberal sol diyenlerin ve yüksek yargının da içinde bulunduğu “inançta adalet”çiler yapıyor. Gerçek laiklik tanımında yer alan derinliğin tersine yüzeysel ve amaçsal bir tanımla laikliği “dinde özgürlük”, “inançta adalet” olarak tanımlayanlar hem aydınlanmaya tecavüz ediyorlar hem de egemen bir dine ve mezhebe teslim oluyorlar.

Daha baştan inanmayanları içine almayan, sıkıştırınca “inanmamak da buna dahil” fısıltısıyla yaşatılan inançta adalet, laiklik değil, laikliğin ortaya çıkardığı sonuçlardan yalnızca biri… Hem gericileri hem de piyasayı çok memnun eden sonuçlardan biri.

Ortada devasa bir tutsaklık hali var.

Ama bu tutsaklık yalnızca “aklı gölgeleyerek dinle yönetilme, uyutulma” değil.

Tekelci sermayeye, emperyalizme ve gericiliğe bütünsel hizmet eden AKP’yi siyasi parti olarak aklayıp “Erdoğan’ın tutsağı bir parti” olarak tanımlamakla da anlatılamaz.

Ve düzen partileri de aynı güçlerin tutsağı. Kendilerinde AKP’den farklı bir yan görüyorlarsa eğer; siyasetlerinde “iktidar dışı / serbest” olduklarını sandıkları bir duyguyla bağlı olduklarındandır kapitalizme ve emperyalizme… Bu duygu aynı zamanda AKP’yi meşru gösterip gericiliği, bağnazlığı toplumun başına bela etmeye de katkıda bulunuyor.

Tüm düşünsel, bilimsel, kültürel, sosyal, hukuksal ve felsefi kazanımlar; insanlığın eşitlik, özgürlük ve adalet içinde, sömürülmeden, ezilmeden yaşaması için elde edilen aydınlanma değerleri ve tabii ki devrimlerle sahip olunan tüm değerler, artık geleceğini sürdürebilir kılma kaygısı içinde boğulan kapitalist/emperyalist dünyanın yobazlıkla kuruduğu ortaklıkla unutturulmaya, silinip atılmaya çalışılıyor.

Aklı paramparça eden o kadar çok şey var ki; yalan, yanılsama, kandırma, polemik, boş inanç, duygusallık, zulüm, işkence, baskı, şiddet, kulluk vb… Dinselliğin yeni rolü, toplumda, siyasette, devlette ve hukukta tüm akıl düşmanlarını ve akıldışılıkları buluşturmak, yapıştırmak. Böylece “tarihsel kırılmaları” çoğaltmak ve hızlandırmak…

Toplumun, siyasetin, devletin ve hukukun egemen sınıf tarafından ele geçirilmesinde ve bu işgale rıza gösterilmesinde en etkili araç olma işlevini artırarak sürdürüyor din. Laikliğin, inançta adalet ve özgürlük olarak tanımlanma ısrarı da bu işlevin parçası. Artık “sivil toplum” denilince hukuk dışı oldukları halde tarikat ve cemaatlerin de anlaşılması, örgütlü din gücünün de kabulü anlamına geliyor.

Toplumu, siyaseti, devleti ve hukuku sınıfsal olarak okuyamayanlar ya da okumak istemeyenler, tartışmayı hep “dine saygı”, “islam toplumu” ve “din özgürlüğü” gibi kavramları özne yaparak sürdürmeyi yeğliyor. Bu yolla bir kesimin hizada tutulması da sağlanıyor.

“Cumhuriyet”ten, cumhuriyet maskesi takmış bir islam ülkesine geçmekle kalmayarak, şeriat ve yobazlığı yaşam tarzıyla buluşturmak, bunu da çocuklarla ve eğitimle beslemek isteyen bir siyaset, toplumu sıkıca sardı.

İnsanlık ve aydınlanma adına söylenenler, yazılanlar ve yapılanlar önlemek ve yok etmek isteniyor. Görünen o ki varlıklarını “Cumhuriyet”e ve “Aydınlanma”ya borçlu olan siyaset de, bu sömürücü payandaların oyunlarının altında ezilip büzülmekle meşgul. Sonuçta onlar da birer payanda oluyor.

“Cumhuriyet” bu günler için kurulmadı, “Aydınlanma” uğruna bu günler için mücadele edilmedi. Aksine şeriat düzenini, halifeliği ve sultanlığı yaşatmamak için düşünüldü ve yapıldı herşey.

Kimse şeriat düzeninde yaşamak zorunda değil ama yetmiyor işte…

“Cumhuriyet”i devralanlar koruyamadılarsa, yeni bir cumhuriyet, “Sosyalist Cumhuriyet” elbette kurulur. Çünkü kimse sömürü düzeninde de yaşamak zorunda değil.

Kimse “sermayenin egemenliği” ile “tanrının egemenliği” koalisyonunda yaşamak zorunda değil.

Kapitalist/emperyalist dünyanın yarattığı vahşi sınıfsal baskıya, sömürüye ve gericiliğe karşı mücadelenin, insanlık aleyhine olan bütün düşünce, işlem ve eylemleri reddeden sosyalistlere, komünistlere kalmış olması, umutsuzluk değil, yüksek umut. Çünkü umudu gerçeğe çevirmek “büyük emek ve sonsuz cesaret”le “örgütlü sınıfsal mücadele” ister; “devrimci yürek, disiplin ve ahlak” ister.