Procuste’ün yatağında istikrar

 

Yunan mitolojisinden “Procuste”, yoldan geçenlere saldırıp yalnızca hırsızlık yapmakla kalmayan; kurbanını yatağa yatırıp, yataktan uzunsa, kollarını ve bacaklarını kesen, kısaysa gererek bağlayan bir haydut…

İki yıl önce de gönderme yapmış; AKP’nin, Devlet’in yatağını,  Procuste’ün yatağı gibi kullandığını yazmıştım. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerini, aradan geçen zaman diliminde yaşananları, katliamları ve bugün gelinen tep partili noktayı bir arada düşününce ilk aklıma gelen yazının başlığı oldu:  Procuste’ün yatağında istikrar…

Hukukun tarihsel birikiminden “miras aldığımız duvarları”, 12 Eylül darbe döneminde derin çatlaklar almıştı; AKP’li yıllarda yıkıldıkça yıkıldı. Artık neredeyse o duvarlardan eser kalmadı.

Dayanağı olan Anayasa’nın birçok temel hükmünü askıya alan; laikliği yok edip, temel hak ve özgürlükleri kendine yontan; yasama organını tutsak edip çalıştırmayan, yargıyı emir kulu haline getiren bir siyasal iktidarın, lideri ve partisiyle oyum oyum oynadığı bir devlet söz konusu artık… Ve bu sözde demokratik hukuk devleti içinde demokrasicilik oyununa aldanan baraj partilerinin azınlıkta kaldığı bir parlamento…

Bulutlar karardıkça kararıyor. Yağmur, verim için değil, sel olup önüne kattığını yok etmek için iş başında.

Kendi isteklerini uygulayan tek kişi yönetimi ile anayasal kurallara bağlı olması gereken cumhuriyetin özdeşleştirildiği yönetim tarzında, karma bir modelden değil, diktatörlükten söz edilebilir.

Meşruiyeti olmayan bir yönetim tarafından keyfiliğe terk edilen Anayasa’nın, cumhurbaşkanı tarafından -hem de hukuk ihlalleriyle- seçimlerin yenilenmesi kuralının uygulanmasına göz yumanlar Türkiye’yi 2 Kasım’a taşıdı.

AKP, 7 Haziran seçim sonuçlarını bin bir takla atarak tanımadı. Ama barajlı muhalefet partileri, 1 Kasım seçim sonuçlarını saygıyla karşılıyorlar. Halka da demokrasiye saygı telkin ediyorlar. O kadar memnunlar ki hallerinden, Türkiye’yi karanlığa gömen AKP ile yeni anayasa yapabileceklerini ilan ediyorlar. “Mütevazilik” yarışındalar.

1 Kasım seçimleriyle, yalanları, talanları, yolsuzlukları, hırsızlıkları, savaşçı ruhlarını, cinayetleri, katliamları unuttular, bir de unutturma yarışındalar.

İstikrar dedikleri, yalanların, talanların, yolsuzlukların, hırsızlıkların, cinayetlerin, katliamların istikrarı…

2 Kasım, hesap sormayı bilmeyenler ile sormak istemeyenlerin AKP’ye ve gericiliğe teslimiyetidir.

2 Kasım’la geldiği savunulan istikrar, sömürü düzeninin sahiplerinin, sermayenin istikrarıdır.            

Toplum, demokrasi ve hukukla körleştirilerek sağlanmıştır bu sözde istikrar.

Türkiye artık, “her gerçek ve tüzel kişinin dilediği alanda serbestçe ekonomik girişimde bulunma hakkı” olarak tanımlanabilecek “teşebbüs özgürlüğü”nü, Anayasa’daki maddesinden çıkarıp, devlet dahil her alana taşımanın mutluluğuyla(!) havalarda uçan bir ülke haline getirilmiştir. İsteyen istediğini yapıp, “yaşasın seçimli dünya” nidalarıyla düzenin istikrarı adına gurur duyacak; sömürü de derinleştikçe derinleşecektir.   

Hukuk ve yargı, ulusal/uluslararası sermayenin ve onların gerici siyasal iktidarının lehine çalışmaya başladığı, devletin halk üzerindeki baskı ve şiddetine meşruiyet kazandırmaya soyunduğu zaman, ezilen halk ve emekçiler lehine gibi gözüken kural ve kararlar da, “geçici nefes takviyesi” ve “göz boyama” dışında bir anlam ifade etmez.

Hukuk ve yargının söylediği ile halkın gerçeği arasındaki fark, “kahramanca yanılsamaların” dışavurumudur. 2 Kasım, bu farkın zirveye vurduğu ve Türkiye’yi ikiye böldüğü tarihtir.  

Bir tarafta AKP’nin yönetiminde, baraj partilerini ve egemen siyaseti içine alan, merkez medya destekli tam suskunluk, tam kontrol… Bunun anlamı, sermayenin sınırsız tahakkümüne teslimiyet ve Procuste’ün yatağında istikrar aramaktır.

Diğer tarafta ise bu suskunluk ve teslimiyeti reddeden, boyun eğmeyen komünistlerin, “mücadeleye inanın”, “örgütlenin” seferberliği… Bunun anlamı da, düzenin değişeceğine, eşitleştirilmiş, özgürleştirilmiş, gerçek adaletin sağlandığı bir düzenin geleceğine inanmaktır.