OHAL yargısı: Dava yok

OHAL düzeni, hukuksuzluklarına yenilerini ekleyerek iklim değişikliklerine devam ediyor. Yeni başlıkları “yargısızlık iklimi”…

Yargıç ve savcıları mesleklerinden men ederek, gözaltına alıp tutuklayarak,  mücadeleci yargı örgütü YARSAV’ı kapatarak, bu baskılara istihbarat tehditleri ekleyerek ve de boşalan yerleri biat den yargıç ve savcılarla doldurarak yargının iki ayağını epeyce hizaya getirmişlerdi. Avukatlar ise artık “yargı dışı”ydı, sıradan baskı ve şiddet mağdurlarıydı.

Ama yetmedi. Siyasal iktidarın yaptığı tüm keyfiliklere sözde biçimsel gerekçelerle özde “ceza/ödül” kaygısıyla onay veren, korku içinde yaşayan yargı, geçmişteki ilişkilere dayalı tarihsel birikimiyle “sahipler”i memnun edemiyor hatta korkutuyordu. Formül OHAL KHK’siyle bulundu: dava yok; mahkemelerdeki dosyalar da alınacak.

Konuyu, teknik yönünü bir yana bırakarak anayasal ve siyasal boyutuyla tartışırsak, “hak arama özgürlüğü”nün kendisi temel hak niteliğinde. Bu yönüyle bakıldığında, hak arama özgürlüğü de Anayasa’nın 15. maddesi kapsamında OHAL düzeninde kısmen veya tamamen durdurulabilir haklar kapsamında sayılabilir ve tartışma kapatılabilir.   Ancak, hak arama özgürlüğünün önemli bir özelliği, diğer tüm hak ve özgürlüklerden yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvence olması.

OHAL hukuksuzluklarının, hak ve özgürlük ihlallerinin güvencesi de yargı… Hak arama özgürlüğü bu bağlamda, yalnızca yargı önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunmada bulunma hakkını değil, “yargılama sonunda hakkı elde etmeyi” de kapsar. Bunun yolu, yargının elinde bakabileceği dava olmasıdır. Bir suçlamaya, haksız uygulamaya ya da işleme karşı haklılığın ileri sürülüp kanıtlanabilmesi için, yargı önünde dava hakkının kısıtlanmaksızın ve gecikmeksizin kullanılabilmesi gerekir.

Anayasa Mahkemesi’nin ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin kararlarında bu durum sürekli vurgulanmış; “dava yoksa, adil, aleni ve gecikmesiz bir yargılamadan söz edilemeyeceği”, “mahkeme önünde hak arama yolunun fiilen yahut hukuken geçici de olsa kapatılmasının veya kullanımını olanaksız kılan koşullara bağlayarak sınırlandırılmasının adil yargılama hakkının ihlali” anlamına geleceğikarar altına alınmıştır.

OHAL işlemlerinden ve OHAL KHK’lerinden kaynaklanan uygulamalardan çoğunluğunun “masumiyet karinesi” ihlali taşıması, suçluluğu mahkeme kararı ile saptanmadan onbinlerce insanın suçlu ilan edilmesi ve yine mahkeme kararı olmadan görevlerinden, mesleklerinden atılarak, haklarından mahrum edilerek cezalandırılması; bunların ise OHAL’in yasak alanı içinde olması, yargının devre dışı bırakılması durumunu daha vahim ve keyfihale getirmekte.

Danıştay Başkanı’nın, yargıç değil de AKP siyasetçisi gibi; "Olağanüstü halin ilanı ve bu süreçte kabul edilen KHK'lerin amacı, devletin kurumlarını terör örgütü mensuplarından arındırmak ve demokrasiyi korumak olup kişilerin hak ve özgürlüklerine amaç  dışında herhangi bir sınırlama getirilmemiştir" demesi “atılanlar terör örgütü mensubudur, davaya gerek yok” demekten öte anlam taşımıyor. “Biz de yargıç olarak yokuz, emre amadeyiz” diyor açıkçası.

Anayasa Mahkemesi de sorgusuz sualsiz kabule soyundu OHAL KHK’lerini. Kendilerini kenara çektiler, hukuk devleti yerine KHK devletini benimsediler. OHAL KHK’lerinin, OHAL’in gerekli kıldığı konuların dışına çıkmasına, Anayasa ihlaline, 15. maddedeki yasak alanlara girilmesine karışmadılar.

OHAL düzeninin yargısı, Anayasa ile kendilerine tanınan “mahkemelerin bağımsızlığı” gücünü ve “güçler ayrılığı” ilkesini reddeden, dolayısıyla da evrensel “hukuk devleti” ilkelerini burjuva devletle katı bir şekilde özdeşleştiren yapıyı benimsediğini saklamıyor. Açıkçası, dürüst(!) davranarak bir şeyi daha saklamıyor.

Diyor ki yargı:

“Burjuva devletin, bukalemun gibi renk değiştirmesine, daha fazla baskıcı ve şiddet yanlısı olmasına, sermaye birikimine sınırsız katkı sunacak düzenleme ve eylemlerine, kamu alanlarının talanına karışmayız. Ücretli emeğe hakkı olanın dahi verilmemesine, emekçi halkın hak ve özgürlüklerinin ihlaline karışmayız. Biz, sömürü düzeninin istikrarının koruyucularıyız.”

Yargının kulluğuna karşın, sömürü düzeni, kendi çıkarı için “yargısız dünya”ya gidişe daha çok yöneliyor artık. Arabuluculuk, tahkim, kamu denetçiliği, yüksek hakem kurulu, OHAL inceleme komisyonu gibi tüm yargı dışı modeller yaygınlaşırken; sermaye düzeni, hem kendi iç dünyasının denetimini hem de emek dünyasının denetimini, esnek yolları kullanarak, hukuku da esnekleştirerek kendi çekim alanı içine alıyor.

Hukuk aydınlanmadan bu denli uzaklaşmış iken yakında “akil imamlar”a da iş düşecektir. Bu yolların dışına atılan yargıya da, sermaye sınıfının son darbe makamı olarak konuşlanıp beklemek kalır ancak.

Akademik kökenli Anayasa Mahkemesi başkanı, “yargısal tarafsızlığa yönelik” “naif iyimser”liğin, “normatif anlamda işlevsel olsa bile, yargılamanın doğasını tam olarak yansıtma”dığını söyleyerek, “ABD Yüksek Mahkemesi Kararlarında İfade Özgürlüğü” adlı derleme kitapta şöyle açıklıyor durumu:

“Yargıçların, kararlarını verirken siyasi önyargılarından, dünya görüşlerinden, kısaca ‘hukuk dışı’ mülahazalardan soyutlandıkları, sadece anayasaya ve hukuka bağlı kaldıkları düşüncesi bir mitostur. Anayasa ve yasalar yoruma muhtaç metinlerdir. Yorum ise esasen siyasal bir faaliyettir. Anayasa yargısındaki yorum açısından bu özellikle geçerlidir, çünkü anayasa hukuksal olduğu kadar, hatta ondan da fazla, siyasal bir metindir”.

Durum bu kadar net iken, damarında bir nebzeeşitlik, özgürlük ve adalet yanlısı hukuk ilkeleri ve ahlakı bulunan, hiç olmazsa “hak eksenli” yaklaşımı benimseyen yargıçlara, hiç de zor olmayanönemli görev ve sorumluluk düşüyor: OHAL hukuksuzluklarını sürdürmek, onaylamak zorunda olmamak; ellerindeki dosyaları, hukuksuz KHK’leri yazan güçler istiyor diye OHAL inceleme komisyonuna göndermemek; hukuku, egemen sınıfın, gerici ve piyasacı düzenin istediği gibi değil, ezilen ve sömürülen halkın, emekçilerin yararına yorumlamak; korkmamak, korkmadan sergilemek hukuksuzlukları…

Aynı görev ve sorumluluk, yolsuzlukları, hukuksuzlukları, hırsızlıkları, cinayet ve katliamları, açık ve vahşi sömürüyü, zulmü gören ama gözlerini kapayan iddianame yazarı savcılara da düşüyor.

Ve tabii ki, devletin değil halkın yargı ayağı olan avukatların, hukuka, hukuku keyfileştiren kural koyucuve yorumcuların gözlükleriyle bakmamaları; çıkarcıların değil emekçi halkın, mağdurun, gerçek adaletin savunmaları olmaları kaçınılmaz bir sorumluluk olarak duruyor. Avukatlar ne dava açmaktan kaçınabilir ne de açtıkları davaların boşa çıkarılmasına göz yumabilir.

Sınıflar arası çelişkilere karşın, insanlık uğruna makul hak taleplerini, yargıç, savcı ve avukat olarak yerine getirmek zor değil. Yargı ayakta kalmak ve “bağımsız” etiketini korumak istiyorsa, bu insanlık mücadelesi,adaletsizliğe son vermek için vazgeçilmez araçlar arasında mutlaka yerini almalı.

Burjuva hukuk devletinde bile ara sıra cesur kararlar veren mahkemeler var. Bakın ne diyor Anayasa Mahkemesi1989 yılında: “Kişi ancak, kendisini yaşatan, maddi ve manevi varlığını koruyup gelişmesine olanak tanıyan topluma karşı ödevler (ve sorumluluklar) taşır. Bu olanaklar tanınmamışsa, ödevden de (sorumluluktan da) söz edilemez”. Bu değerlendirme yargı dünyası için de geçerli, hem de iki uçlu: tanınma ve saygı anlamında da, öz güven ve bağımsızlık anlamında da…

Yargının asli işinin “yurttaşları korumak” olacağı, “mahkemelerce korunma hakkı”nın tüm yurttaşlara tanınacağı, sömürenlerin baskı zincirlerinin parçalanacağı, kapitalist ve emperyalist müdahalelerin püskürtüleceği, insanın insanı sömürmesine kesin olarak son verileceği düzenin adı ise “sosyalist toplum”.

Yeni, sosyalist toplumsal ilişkilere dayalı tarihsel insan topluluğu içinse, siyasetten korkmadan “yüksek örgütlenme kapasitesine” doğru hızla yol almak gerekiyor.