Kutlanacak ne kaldı ki?

Başlık, 5 Nisan Avukatlar Günü nedeniyle Hukukta Sol Tavır Derneği olarak 2015 yılında yaptığımız açıklamadan devir.

“2015 yılı 5 Nisanına avukatların hukuksuz ve onur kırıcı şekilde adliye içerisinde yerlerde sürüklendiği, tartaklandığı, hakarete ve tacizlere uğradığı, kelepçelendiği, gözaltına alındığı AKP'nin yeni Türkiye'sinde girdik” diye başlamış açıklama.

Baro başkan ve yöneticilerinin adliyeden polis kalkanlarıyla süpürüldüğünden, meslek örgütlerinin ortadan kaldırılması gerektiğinin dillendirildiğinden, avukatların mümkün olan tüm haklarının ellerinden alınıp, siyasetten kopuk, örgütsüz ve güçsüz bırakılmasının amaçlandığından, hukuk ve yargının iktidar elinde silaha dönüştürüldüğünden söz etmişiz.

AKP'nin yıllardır süren baskı ve sindirme politikalarıyla avukatlık mesleğinin onur ve saygınlığının zedelenmesi ve itibarsızlaştırma artarak devam ediyor. Adaletten kovulmak istenilenler, avukatlar değil, topyekün avukatlık mesleği ve savunma hakkı.

Artık OHAL dönemindeyiz, yasalaşan KHK’leriyle kalıcı hale gelen OHAL döneminde…

Sorumsuzluk ve cezasızlık döneminde, davaların şartlara bağlandığı dönemdeyiz.

Aslında hak arama özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının “varmış” gibi gösterilip yalnızca sermayenin ve gericiliğin hizmetine girdiği dönemdeyiz.

Uluslararası sözleşmelerle “bağımsız” diye ilan edilen ama “silahların eşitliği” yerine “sermayenin üstünlüğü” esasına dayanan avukatlık dönemindeyiz.

Artık sermaye ve gericilikle özdeşleşen avukatlık makbul…

Artık sermayeye amade zorunlu arabuluculuk dönemindeyiz.

Arabuluculuk daire başkanı patronlarla özdeşleşen arabuluculuğun ilk üç ayını ballandıra ballandıra anlatıyor: İyi gidiyormuş, şikayet yokmuş, iş yargıçları sürece inanmış ve destekliyormuş, bu başarının sürmesi için kurumlarla eğitim devam edecekmiş, işveren dünyasıyla el ele çalışarak seminerler devam ediyormuş, piyasa oyuncuları ile sahneye çıkacaklarmış, çünkü en çok onların bu alana ihtiyacı varmış, ticari uyuşmazlıklara da el atacaklarmış, harici anlaşmalar işverene ve ücretsizlik nedeniyle arabuluculara zarar veriyormuş, önlem alacaklarmış, anlaşmamak üzere gelen işçi veya işveren taraf olmamalı buna izin verilmemeliymiş, müzakere ortamı mutlaka yaratılmalıymış, anlaşmama halinin artması sistemi çökertirmiş, arabuluculuk kurumu için ayrı bir yer ayarlamak avukatlık ofisinden çıkmak bu mesleğin olmazsa olmazıymış…

Dahası var. Büyük arabuluculuk merkezleri kurulmalıymış ki sistem daha iyi işlemeliymiş, “işçilerin hakları yenecek, ayaklanacaklar” iddiaları boşa çıkmış; arabuluculuk toplumsal barışa, iyiliğe, anlaşmaya, iş barışına, toplumun iletişim kurmasına, helalleşmesine katkı sağlıyormuş; bunlar için herhangi bir çıkar, para, mal, peşinde değillermiş…

Okurken bile sıkıldınız değil mi? Bir de işçileri düşünün nasıl bir vahşi planın parçası haline getirilmek isteniyorlar, haklarına nasıl el konuluyor?

Çoğalan hukuk fakülteleri ve mezunlarıyla birlikte, hukukçu emek arzındaki artışın sermayenin hizmetine sokulması için her şey yapılıyor. Büyük hukuk şirketleriyle avukatlık ve arabuluculuk bütünleşmesi içinde stajyer avukatlar, genç avukatlar, serbest çalışma altında köşeye sıkıştırılan ve boğulmaya mahkum edilen avukatlar hem ücretli işgücü hem de esnek ve güvencesiz çalışma koşullarıyla sermayeye hizmete koşturulmaya çalışılıyor.

Nezaketten (!) “bağlı avukat” denilse de özünde “işçi avukat”larla yürütülmek isteniyor düzen. Onların hakkı mı? “Ne hakkı, ne işçisi… onlar avukat” deniliyor, onlar robot der gibi…

Sermaye ve gericilik, para ve dini kullanarak her şeyi kendilerinin planlayıp yapacağını sanıyorlar. Avukatların sermaye sınıfının hizmetlileri, işçi avukatların da ucuz ve güvencesiz işgücü olmasını istiyorlar. Yanılıyorlar.

Yanılıyorlar çünkü kendilerinden başka egemen, kendi dünyalarından başka dünya olmadığını, sınıfsallığı unutturduklarını sanıyorlar.

Yanılıyorlar çünkü hukuk emekçileri bu saldırılara boyun eğmiyor; hukuk dışı, zorba uygulamalara karşı hem kendilerinin hem de toplumun haklarını savunmaya, sınıfsal mücadeleye devam ediyorlar.

Bir yanıyla hoş gözüküyor, hukuku toplumun refah ve mutluluğu için araç olarak görmek; toplumla, felsefeyle ve tarihle birlikte okumak; mücadeleyle kazanılmış hakların güvencesi saymak… Yadsınamaz ama sınıflı toplum gerçeği ve hukukun sınıfsallığı da yadsınamaz.

Fidel Castro, 1953’teki tarihi davada gerçeklerle hukuk ve hukukçu arasındaki ilişkinin hiç abartılmadan savunmaya nasıl dönüştürülebileceğini, davaya nasıl sınıfsal karakter yüklenebileceğini hem sanık hem avukat olarak gösterir ve “Beni tarih aklayacaktır” diye bitirir savunmasını (Yazılama Yayınevi, 2017).

Hem avukat hem de sanık Castro savunmasının başında: “İki nedenle kendi savunmamı üstlenmek zorunda kaldım. Birinci neden, savunmamı üstlenecek herhangi bir merciye ulaşma olanağından tümüyle yoksun bırakılmış olmamdır. Diğeriyse, böylesine bir savunmayı ancak ve ancak ülkesinin ne denli hak ve hukuktan uzaklaşmakta olduğunu ve bu durum karşısındaki çaresizliğini görüp kavrayan, bunu derin bir sızı olarak ta içinde duyan biri üstlenebilir, yüreğinin sesine kulak vererek, cesaretle bu gerçekleri bu savunmada dile getirebilirdi” diyor.

Castro’nun “özgürlük savaşı neferleri” dediği avukatların haklarının ellerinden alınması, emekçi halkın haklarının ellerinden alınmasına karşı yapılacak savunmanın ve mücadelenin köreltilmesini amaçlar.

Yasaklamalar ve baskılar ne kadar yaygınlaşırsa yaygınlaşsın, sınıfsal mücadeleyi, devrimci fikir ve eylemleri engelleyemez; adaletsizliğin kapitalizmin ve emperyalizmin ekonomi politiğinden kaynaklandığı gerçeğinin üstü örtülemez. 

Para ve dinin zifiri karanlığının içinde kutlanacak bir şey kalmadı.

Kutlama değil, mücadele etme zamanındayız. Avukatlığın sınıfsal mücadelenin ayrılmaz parçası olduğu kavrandıktan sonra geriye kalıyor “emekçi avukatlar günü”nü kutlamak.