Köleleştirme, eğitim ve öğretim, köleleştirme…

Kısır bir döngü demek hiç de zor değil bu seriye…

AKP’ye kadar, başa çocukların bütünüyle köleleştirilmesini koymadan yürüyen bir süreçten söz edilebilir belki. Bebeklikten eğitim ve öğretime kadar geçen sürede “çocuk özgürlüğü” dediğimiz temel ilkenin ailede, çevrede ve okulda genel kabul gördüğü söylenebilir. “Yurttaşlık dersi önemliydi, müfredat da Cumhuriyet’in nitelikleriyle birlikte laik, özgür ve bilimsel damarlar taşırdı” denilebilir.

Kırılmalarıyla, zaaflarıyla da olsa bu genel değerlendirme yanlış değildir ama hem yüzeysel hem de eksiktir.      

Doğrudur, geçmişte anne karnından başlayarak sağlıklı beslenme ve gelişmeye, en aza indirilmiş bebek ve çocuk ölümlerine, sağlıklı ve mutlu yaşamaya, güvene, zorunlu ve parasız eğitim ve öğretime, yurttaşlık haklarına, haklardan eşit yararlanmaya, en geniş toplumsal güvenceye, ihtiyaç halinde sosyal hizmetler ve bakıma, çalışan çocuklara ve de çocuklar için yasaklara, özellikle zulüm, sömürü, işkence, kölelik, uyuşturucu yasaklarına, çalışma yasaklarına odaklanılırdı ağırlıklı olarak.

Burjuva yanlısı, kapitalizmin neredeyse her şeyiyle ele geçirdiği, emperyalizmin uluslararası ilişkilerle egemenliğini kurduğu, ama kayıtsız koşulsuz teslim alınamayan bir eğitim ve öğretim sisteminden söz ediyoruz kuşkusuz.

Bu temel üzerinde Cumhuriyet’in ve evrensel eğitim değerlerinin, laik ve bilimsel eğitimin etkisinin paramparça edilmediği damarlarla beslenebilmek kimler için ne kadar olanaklıydı?  Eşitsizliğe, adaletsizliğe, sömürü düzenine karşı mücadele edenlerin, mücadelelerinin bütünselliği içinde dikkatle izledikleri eğitim ve öğretim sistemine katkıları neydi? Soyut eşitlik içinde, somut eşitsizlikle eğitim ve öğretim kimlere hangi koşullarda ne kadar sunulabiliyordu?  Bu tür önemli sorular çok, sorunlar da çok.

Bugün öylesine kırılma ve parçalanma yaşanıyor ki eğitim ve öğretimde, mücadele artık hiç olmazsa “yürürlükteki Anayasa’nın ve uluslararası mutabakatla kabul edilen değerlerin çizgisine çekebilme” üzerine kaydı ister istemez.

Laiklik ilkelerine, bilimsel ve laik eğitime çağırmakla ya da bu çizgiden sapmaları yargı yoluyla düzeltmeye girişmekle uğraşılır oldu. Hatta “daha fazla kayıp vermesek, daha kötüsü olmasa” gibi çaresizliklere sığınılır oldu. Kazanılan davalara ve kamuoyu tepkisine karşın karanlık adına inat eden bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız.

Gerici eğitim ve öğretim için, beşikten mezara sömürmek için diretiyorlar. Bunun da en kolay yolu bebeklikten başlayarak köleleştirmeye başlamak çocukları; dinsel ve cinsel kullanılarak yüklenmek çocukların üzerine…

Aynı yüklenmeyi ailelere yayarak, aynı zamanda da aileleri ve eğitimcileri sınav gibi, 4+4+4 yerine 5+7 önermek gibi, okullara yerleştirme oyunları gibi “biçim”le, “usul”le oyalayarak karanlığı saklamak geçerli yöntem. Biçimle oyalanırken, eğitim sürüp gidiyor.

Köleleştiriyorlar, eğitiyor ve öğretiyorlar kendilerince, köleleştiriyorlar. Düzen suskun ya da oradan buradan gelen ama yükselemeyen seslerle yetiniyor.

Egemenler memnun. Sınav sistemi ve yerleştirme değişikliğini velilerden ve eğitimcilerden çok emlakçılar ya da inşaatçılar konuşuyor; çocukların köleleştirilmesinden, eğitim ve öğretimde gericileştirme işinden memnun olanlar ise sermaye… Eğitim ve öğretim karanlığa gömüldükçe onlar alan genişletip kârlarına kar katıyor. Ekonomik kriz ortamında yeni yatırım alanları bulmanın ve çocukları kapitalist dünyaya uygun yetiştirmenin sevincini yaşıyorlar.

Aileler objektif olmayan tanımlarla “iyi okul” ararken sermayenin ağzı sulanmaz mı? Kırk katır mı kırk satır mı? Gericilik istenmezse paralı eğitim ve öğretim verelim…

Devletin, çatısı akan, kapıları çöken, kaloriferi yanmayan, sınıfları kalabalık, sağlıksız, imam hatipleşmiş, eğitimciler yerine imamların ders verdiği, gerici ve bilim dışı müfredatın katıksız uygulandığı okulları yerine temizini, sağlıklısını, lüksünü, laik olanını verelim ama parasıyla… Bu az sayıdaki seçme okullara seçme öğrenci yerleşsin, kalanlar imam hatipleşsin.

Yalnızca çocuklar kandırılmıyor, toplum kandırılıyor. Ortada devasa sorunlar ve sıkıntılarla birlikte ihmal edilemeyecek bir ahlak sorunu da var.

“Ahlak sorununun tek bilimsel açıklaması” diyor Serol Teber “Doğanın İnsanlaşması” adlı çalışmasında, “diyalektik maddeci yöntemle yapılabilmesidir. Buna göre, ahlak, ne idealistlerin savunduğu gibi ‘tanrısal bir armağan”, ne de biyolojistlerin dedikleri gibi, “hayvanlarda bulunan doğal içgüdü’dür. Ahlak, maddi yaşamın yeniden üretim süreci içinde oluşan toplumsal varlığın, insanlaşma sürecinin hem nedeni hem de sonucu olan toplumsal bilincin özgün bir alanıdır”.

İşte, köleleştirme, eğitim ve öğretim, köleleştirme zinciri “insanlaşma süreci”nin dışına atıyor çocuklarıyla birlikte insanları; hem hukukla desteklenmiş dinsel kamuflajla hem de cinselliği devreye sokan utançla… Dinsellikle bütünleştirilen ahlak, bir de bakıyorsunuz çocuklara cinsel istismarla, insanlığa karşı suçla buluşuveriyor.

Mitolojide, kadınların savaş galiplerinin “cinsel keyfine teslim edilmesi” ile dinsellikte çocukların erkek egemenlerin cinsel keyfine teslim edilmesi… Aradaki yedi farkı mı arayacağız işin gerçeği ve özü dururken. İnsanlara ve onların çocuklarına cinsellikle ve eşitsizlikle bakanlar onları daha baştan “köle” yapmışlardır zaten.

Çocukları köleleştirme, çocuğun ötesine ve geleceğe taşımak, yaygınlaştırmaktır köleliği.

Eğitimde ve öğretimde yaşananlara toplumsal ilişkilerden, çelişkilerden ve karşıtlıklardan soyutlanmış olarak bakarak yalnızca bu alanı deşifre etmek yetmiyor. Deşifre etmek iyi ama orada durmak, o kadarla yetinmek işe yaramıyor. Yeni müdahaleler ve sorunlar engellenemiyor. Her geç kalış ve suskunluk genç beyinleri, vücutlarıyla birlikte köleleştirmeyi hızlandırıyor.

Çocuklara, eğitim ve öğretime, sınıfsal bir analize bağlamadan salt “akıl ve irade”ye sığınarak bakıldığında gericilikten uzaklaşıldığını, aydınlanmaya yaklaşıldığını sanmak yanılsamadır. Bu soyutlanmış bakış paranın saltanatından ve sömürüden kurtaramayacağı gibi, bunların destekçisi olan gericilikten de kurtaramaz.