“İktidar, parlamento ve yargı gücü”

Otuzyedi yıl önce 1980’in Nisan ayında, 2017’nin aynı ayında yaşamını yitiren Prof. Dr. Erdoğan Teziç (o zaman doçent, İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi), Prof. Dr. Vakur Versan (İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi) ve Lord Diplock (Lordlar Kamarası ve İngiltere Yüksek Mahkemesi Üyesi), Cumhuriyet Gazetesinde Ali Gevgilili yönetiminde, yazı başlığında kullandığımız konuda bir forumda buluşmuşlardı.

Dönemin özelliği, Batı’da neoliberal düzenin taşları yerleşirken, Türkiye’nin de 24 Ocak kararlarıyla bu düzene yamanmaya çalışmasıydı. Ve düzenin havuzunda yer alan devletlerin hükümetleri, ülkelerindeki parlamento ve yargı güçlerinin de kayıtsız koşulsuz desteklerini istiyorlardı; kapitalist emperyalist dünya tam itaat ve destek istiyordu devletlerden ve hukuktan…

İkinci paylaşım savaşı sonrası, Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle gelişen anayasal yapı ve kurumlar, evrensel hukuk devleti ilkeleri, hak ve özgürlükler ile demokratik toplum düzeni liberallerce alt üst ediliyordu. Gelişme tezleri içinden yetişen duyarlı hukukçular ise parlamento ve yargıdan oluşan denetim mekanizmasını, burjuva demokratik toplumun sigortası olarak göstermeye çaba sarf ediyorlardı.

Nisan 1980 Forumu da bu çabalardan biriydi.

Lord Diplock şunları söylüyordu özetle: “Bir yazılı anayasaya sahip bulunmadığı halde İngiltere’de parlamentonun çıkaracağı ve çıkaramayacağı yasalar vardır. Bu, hukuk düzenine ters olduğundan değil, İngiliz toplumunda olanaksız bulunduğu için böyledir. Bir yasa çok tersse, bunun karşısına çıkacak olan doğrudan doğruya ulustur”. “Parlamento toplum için çok sert ve ters bir yasa çıkartırsa, İngiltere’de bunun sonucu doğrudan doğruya halkın bu yasaya uymaması olur.”

Vakur Versan, yargı gücünün “ne yasama ne de yürütme gücü adına değil, bizzat toplum adına yargı yetkisi kullanmakta” olduğunu söylerken; Erdoğan Teziç, “parlamentonun yasama işlevini sürdürürken etkilendiği yol, genellikle seçmenin siyasi tercihidir. Mahkemeler ise kararlarını verirken Anayasa ve yasaları uygular” diyerek şöyle devam ediyordu: “Yürürlükteki hukuk düzeninde, bağlayıcı kural koyma yetkisi, yasama organına aittir. Hukuk kurallarını koyan yasama organıdır ve yargılama organları ya da mahkemelerse, uyuşmazlıklarda maddi gerçeği ortaya çıkarmak için yasamanın koymuş olduğu kuralları uygularlar.”

Bu notları, bugünün Türkiye'sinde kötünün kötüsü olarak yaşatılanların, alabildiğine keyfiliğin, hukuksuzluğun ve hükümdarlığın demokratik toplum düzeniyle karşılaştırması için yazmadım. Egemen sınıfın çıkarları karşısında hak aramak için salt hukuka ve yargıya sarılmanın çok işe yaramayacağını anımsatmak istedim.

Halkoylamasına bakarsak, YSK’nin yönetim ve denetim görev ve yetkisi, Anayasa ve yasaların doğru uygulanıp uygulanmadığı, halkoylamasının hukuka uygun yapılıp yapılmadığıdır. Oysa YSK, tersini yapmış, hukuk kuralları yerine iktidarın isteğine dayanmıştır.

Açık yasa kuralını yok sayarak yasa koyucu yerine geçen bu tercih ister istemez, hukuku yok etmeye devam edecek şu kuşku ve soruyu da peşinde getirir: “Ajans bilgilerine göre hayır oyları önde olsaydı, mühürsüzlük konusu bu sefer halkoylamasının geçersiz sayılması için kullanılmayacak mıydı?”

Artık Türkiye’de, yumruklarını emekçilerin tepesine indirmek, kamu mallarını talan etmek, sömürüyü keskinleştirmek, gericilikle uyutmak için “iktidar, parlamento ve yargı gücü” birleşti. Birleşti ama aslında her şey bozuk, kırık, paramparça ve keyfi…

Bu darmadağınık puzzle parçalarını oradan buradan toplamaya kalkıp birleştirmeye kalkışmak, “en kötü devlet ve hukuk” parçalarından, burjuva devlet ve hukukun “en iyi” hatta “iyi” örneğine ulaşmak olanaksız. Hadi ulaşıldı diyelim, ekonomi politik yine değişmeyecek; gericilik yine at oynatacak. Sömürü düzeni yine devam edecek…

Bırakalım Türkiye’yi, Batı dünyası öylesine tepetaklak gidiyor ki, kendi düzenlerinin “en iyi dönem” örneklerini yakalamaları bile olanaksız. Kaldı ki yine kendi tarihlerinin gösterdiği gibi geçici iyileşmeler hep yanıltıcı. Krizleri kaçınılmaz ve kronik; biliyorlar ama sömürünün sürdürülebilmesi de asıl. Bu sürdürülebilirlik için ne parlamento dinlerler, ne hukuk, ne de yargı…

Kendilerini sömürü düzeninin en iyi örneğini yakalama mütevaziliğine kilitleyenler, aynı düzeni yaşatmak dışında bir adım bile atamazlar. Darbeyi de hep emekçi halk yer.

Kapitalizmin “en iyi devlet ve hukuk” örneği de sınıfsal, “en kötü”sü de… Her iki uç da, ara modeller de aynı sınıfın, sermaye sınıfının yapıları…

Ezilenler, sömürülenler, emekçiler, işçiler de sınıfsal…

İşin gerçeği, bu sınıfsal karşıtlık, emekçiler yönünden sermayenin sınırsız tahakkümüne adanmış “iktidar, parlamento ve yargı gücü”nü tasfiyeyi işaret eder. Bu mücadele, keyfiliğe ve hukuksuzluğa kayıtsız kalmamak için düzenin hukukuna sarılmayı değil, o keyfi düzen ve hukuk içinden farklı mücadele kapıları ve pencereleri açarak sosyalizme kilitlenmeyi gerektirir.

Marksist hukukçunun işi, düzenin hukuksuzluklarını, adaletsizliklerini, hırsızlıklarını, yolsuzluklarını, baskılarını, cinayetlerini, aynı düzenin hukuk verilerini kabul ederek çözmek değil; o hukuku da, o hukukun yorumlayıcılarını da sonuna kadar zorlayarak, eşitleştirme, özgürleştirme ve adalet uğruna sömürü hukukunu paçavraya çevirmektir.

İki örnekle bitirirsek;

Birincisi, Resmi Gazete'de yayımlanarak aynı gün TBMM’ye sunulan; ancak 30 günlük süresi içinde görüşülmeyen OHAL KHK’leri -ki Nisan sonu itibarıyla son KHK’nin de katılmasıyla yasalaşmayan tüm OHAL KHK’leri bu süreyi tamamlamış olacaktır- hükümsüz kaldığından bu yönden saldırıya geçilmeli; bu KHK’lere dayanılarak yapılan tüm işlemlerin dayanaksızlığı üzerine hukuken de siyaseten de geniş bir cepheyle yüklenilmeli.

İkincisi, açıkça kanuna ve tabii ki hukuka aykırı olan, hileye ve zorbalığa dayanan halkoylamasının geçersiz sayılması için hiçbir mücadele yolu es geçilmemeli. Hukuk tanımayan YSK’nin kesin sonuçları açıklamasına dahi izin verilmemeli.

OHAL’li düzende, KHK’ler ve OHAL’li anayasa dayatmasıyla gireceğimiz 1 Mayıs, “en kötü” burjuva yönetim ve hukuku örneğinden “en iyi” burjuva yönetim ve hukuku örneğine geçişin değil, piyasacı ve gerici sömürü düzeninin yıkılışına kilitlenecek örgütlü mücadelenin, boyun eğmemenin tarihsel eşiği olmalı…