'Hukuk devletinin sonu'nun sonu

Belçikalı sosyolog ve kamu hukukçusu Jean-Claude Paye, “Hukuk Devletinin Sonu: Olağanüstü Halden Diktatörlüğe Terörle Mücadele” kitabını yazalı on yılı geçti (2004; Türkiye 2009). Kitap, terör tanımının ve terörle mücadelenin gerçek anlamının açık olarak ortaya konulmaması ve Avrupa’sından ABD’sine kapitalist ülkelerin/emperyalistlerin terör diye tanımladıkları muğlak şiddetler zincirinin karşısına hukuksal olarak “meşru” devlet şiddetini yerleştirerek, halkların denetlenmesi üzerine bir bilanço çıkarıyor; hukukun kullanılarak hukuk devletinin sonunun getirildiği saptamasını yapıyor.

Kitabın yazıldığı zaman diliminden bu yana geçen sürede Belçikalıyı haklı çıkaracak çok olay yaşandı. Hem soyut terör tanımı içine giren/girdirilen eylemlerle yaratılan şiddet, hem de devletler tarafından hukuk gücüne dayanarak “terörle mücadele” adı altında halklar üzerinde yaratılan şiddet hız kesmediği gibi hızını geometrik artırarak sürdürdü. Sürdürmeye de devam ediyor.

Örtülü ya da açık vekalet savaşçılarının şiddeti ve devletlerin şiddeti paralel artış gösteriyor. Görünüşte, önce adına terör denilen katliamlar yaşanıyor, ardından devletlerin terörle mücadele amaçlı baskı ve şiddeti geliyor.

Silahlı örgütlerden ve siyasal yönetimlerden oluşan ikilinin ortak kurbanı, farklı coğrafyalardaki halklar… İnsanlar yaralanıyor, öldürülüyor, yerlerinden yurtlarından ediliyor; insanlar kentlerinde, yerleşim yerlerinde tutsak edilerek baskı altında tutuluyor, hak ve özgürlüklerinden mahrum ediliyor.

Birinciler devlet dışı gözüküyor, ikinciler devlet…

Birinciler hukuka dayalı değil, ikinciler sözde hukuka dayalı…

Birinciler meşru değil, ikinciler sözde meşru…

Her iki tarafın ortak yanı, hukuksuzluğu güç ve emelleriyle birleştirmeleri… Birinciler bunu açık oynuyor, ikinciler hukuka sığınarak.

İşte “hukuk devletinin sonu” tanımını yaptıran somut durum, bu hukuka sığınarak yaşatılan hukuksuzluktan kaynaklanıyor. Hukuk, her terör olayından sonra, “terörle mücadele” adına yasalarla yeniden ve yeniden yazılıyor, her seferinde de “hukuk devleti”yle güvence altına alınması gereken hak ve özgürlükler güvencesizlik çukuruna atılıyor. Silahlı eylemci avı, halkı sindirmeye dönüşüyor.

Önce birine sonra diğerine, duvardan duvara toslayıp duran bireyler ve nihayetinde toplum, sürekli denetim altında…

Denetim havuzunun içi biraz hareketlenirse ya da taşarsa, gelsin silahlı örgütlerin bombaları, gelsin devletlerin sıkı mı sıkı yönetimleri… Ya göç ya ölüm ya da sindirilmiş insanlar topluluğu…

Bu vahşi düzen kimlerin ise vahşilik de onlara yarıyor.

Bir tarafta vahşi düzenden beslenenler, diğer tarafta sesini çıkaramayan, boynunu kaldıramayan insanlar topluluğu…

Bir tarafta gruplanan sekizler, yirmiler, diğer tarafta başlarında terör ya da hukuk sopasıyla emre amade kullar topluluğu…

Bir tarafta güdenler, diğer tarafta ucu çivili değneklerle güdülenler topluluğu…

Bir tarafta kapitalist/emperyalist kurallar, diğer tarafta sürü kültürü…

Bir tarafta kendilerini devlet ve hukukla, yetmedi, vekalet savaşçılarıyla koruma altına alanlar; diğer tarafta kapitalist/emperyalist meşruiyet duvarının dışına yığılmış canlılar topluluğu…

“Hukuk devletinin sonu”nun geldiği yer, bu tarafların buluşturulduğu kanlı bataklık. Sömürü düzeninin geleceği, patlayan bombalar ve akan kanlar ile hukuklu devlet şiddeti arasında kalan insanlar topluluğunun suskunluğu ve kulluğu üzerine dayanıp kaldı.

Hukuk, her patlayan bombada ve akan kanda, ivedi ve zorunlu değişiklik gerekçesine bağlı olarak baskı ve şiddeti meşrulaştırmaya yaradı, ardından da baskıcılığı kalıcı hale getirildi. Kalıcılık, toplum üzerindeki denetimin yaygınlaşmasına hizmet etti. Sosyologlarla, psikologlarla yapılanlar, kanlı bataklığa isyanı sindirmekten öte geçmedi, geçmeyecek.

Silahlı örgütlerin yaptıklarına lanet okuyan çaresizler, hukuklu devletin yaptıklarına çaresiz razı oluyor. Buna, kimileri yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal; kimileri de iki ucu b.... değnek der.

Kanlı bataklık, sermaye düzeninin gericilikle birlikte gelip dayandığı yer. Kan ve para birbirini besliyor, biri olmadan diğeri yaşayamıyor.  İnsanlık çaresizlik uçurumunun kenarında “el pençe divan” beklemeye zorlanıyor; tabii kul düzeninde beklemenin de hukuku yaratılarak…

Hukukun üstünlüğü diye ilan edilen sihirli soyutluk, sömürü düzeninin uzlaşma ve baskı kurallarının üstüne yükseldi. Düşman hukuku ve düşman ceza hukuku, güvence sanılan hukukun içinde beslendi. Düzen karşıtlarını yutan girdap, duru sanılan hukuk göllerinin içinde saklandı.

Terörle mücadele adına, halklar suçlu ilan edildi. Düzen içi olanlar temiz, düzen dışılar kirli olarak tanıtıldı. Düzenin değnekçileri, -kimi hukuk giysili kimi hukuk dışı- temizleri korumak, kirlileri hizaya getirmek için her zaman devrede.

Gerçek suçlular, bu düzeni yaratıp sömürüyle ve kanla beslenenlerden, zamana ve mekana göre silahlı asker ve polislerini ya da vekillerini besleyip halka saldırtanlardan başkaları değil.

Düzenlerini, hukuk kılıfının içinde ne kadar saklarlarsa saklasınlar, yarattıkları canavarla mücadele etme oyunlarını ne kadar oynarlarsa oynasınlar, kafalarını kuma ne kadar gömerlerse gömsünler, sermaye düzenini ve gericiliği reddedenler tarafından silinip süpürülmek üzere gövdeleri açıkta.