Gericiliğin burgacı

Dijital soL Dergi’nin 4. sayısında Özkan Öztaş’ın “Sur’da Hendek Savaşları ve kentsel dönüşüm” başlıklı yazısında söylediği; “bölgede bütünlüklü yürütülen (…) siyasal stratejinin en temel özelliği, çürümenin ve gericiliğin yaygınlaşması için iktidarın elinden geleni yapmasıdır”, “(…) bu stratejinin en önemli yanı, siyasal olmayan her türlü olaya ve etkinliğe göz yumulması ve meşruluk sağlamasıdır” vurgulaması farklı içeriklerle tüm ülkede geçerli.

“Siyasal olmayan her türlü olaya ve etkinliğe” sözcüklerine, “legal olmayan”, “etik olmayan”, “bilimsel olmayan” her türlü olay ve etkinlikleri eklersek, göz yumma ve meşruiyet sağlamada düzen muhalefetinin de iktidara ortak olduğunu söylememiz gerekir.

Yasama organı kisveli bu ortaklık, toplumun geniş kesiminin de gözlerinin kararmasına ve meşruluk sağlamaya destek veriyor; ağız dalaşı işe yaramıyor, tatmin ettiği kadarıyla oyalıyor.

Hukukun yerine hukuksuzluğun, siyaset ve devlet mensuplarının sorumluluklarının yerine keyfi takdirlerin yerleştirilmesiyle gelinen yerin özeti bu. Keyfilik ve hukuksuzluk somutlaştırılıyor, ardından da hukuklaştırma ya da meşru olmayanı meşrulaştırma geliyor.

Dinsellik hepsine hizmet ediyor, hem göz yumduruyor hem de meşru imiş gibi gösteren kılıf oluyor. Böylece maddi gerçek içinde yapılanların manevi değerlerle perdelenmesi sağlanıyor.

Sömürü de meşru, eziyet de… Keyfi yasaklamalar da meşru, yasak delmeler de… Hırsızlık da meşru, yobazlık da… Pala da meşru, palalılar da… Hukuk ve yargının asli işi ise iktidarın istediklerine yol vermek, istemediklerini engellemek.

Diyanet İşleri Başkanlığı, fetva ve icazet merci olarak çürümüşlük ve gericiliğin devlet içindeki kale görevini sürdürürken, Anayasa’nın laiklik ilkesini tepetaklak ederek Cumhuriyet’in önemli ve vazgeçilmez ilkesi olan laikliği yok saymakta, din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılmasında öncülük etmekte… Anayasa’da devletin dini yazılı değilken, islam dinini devletin dini kabul eden, kabul ettirmek için de manevi değerleri baskı aracı olarak kullanan bir devlet var.

Anayasa’daki varlığı, “laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek” görevlerini yerine getirme koşuluna bağlı olan ama “laiklik” sözcüğünü yanına bile yanaştırmayan DİB, Anayasa’yı tanımazken bir tarikat gibi davranma uğraşında. Ne devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini din kurallarına dayandırmama yasağına uyuyor ne de dinin ve din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmeme ve kötüye kullanılmama yasağına. Eğitime de el atıyor ve ne Anayasa’daki eğitim ve öğrenimin temel ilkelerine uyuyor ne de bilimi tanıyor.

DİB mensuplarının işlediği suçlar, kötüye kullandığı görevler her gün katlanarak artıyor.

Eğitim ve öğrenimin ilkelerini, çocuğun bilimsel olarak yaşına bağlı sınırlarını tanımayan DİB, 4-6 yaş arasındaki çocuklara verdiği kuran kursuyla övünecek kadar gerici, daha kötüsü bu çocukları hem maddi ham de manevi varlıklarıyla katledecek kadar gözü kara, saldırgan.

Yeni terör tanımları çıkararak komünist gençlere üniversiteleri yasaklamaya kalkma ile okul öncesi çocukları değerler eğitimi adı altında feda etme aynı zihniyetin ürünü… Üniversite rektörünün ve DİB’in fetvaları ile yobazların saçmalamaları aynı zihniyetin ürünü… 

Nasıl savaşa karşı durmak, barışı savunmak terörle özdeşleştiriliyorsa, laik eğitimi savunmak, okul öncesi çocuklara din gibi somut olmayan, belirsiz, soyut alanın değerlerinin verilemeyeceğini savunmak da milli ve manevi değerlere, devlete karşı olmakla özdeşleştiriliyor.

Yapılanların bütünsel tanımı, zihinsel ve bedensel saldırıdır; istismar, eziyet ve köleleştirmedir; “bedensel ve ruhsal yönden acı çektirme”, “algılama ve irade yeteneğini etkileme”dir; işkencedir. Bunların ceza hukukundaki karşılığı ise “insanlığa karşı suç”tur.

Ceza Yasasındaki “12 yaşını doldurmamış çocukların cezai sorumluluğunun olmaması” kuralının neden konulduğunu bilmeyenler ya da bilmek istemeyenler “çocuğa çocuk dememe”nin, “çocuğu çocuk olarak görmeme”nin sorumluluğunun altında ezilip kalmaya mahkum ama bir şey yapmadan onların ezilip kalacağı zamanı beklemek de başka bir sorumsuzluk örneğidir.

Çocukların ve toplumun geleceğini karartacak olan dinsel baskı her geçen gün artarken ve planlı olarak yerleştirilirken sömürenin istikrarı da gericilikle ve OHAL’le korunmaya devam ediyor. “Normalleşme” dedikleri ise “kandırma”nın disiplini!

AKP Sözcüsü açıklamasında, Anayasa’nın amir hükmü gereği olan OHAL’in devam edeceğini söylüyor. Anayasa, kimi zaman amir hüküm, kimi zaman rahatça çiğnenen belge… Yargı, kimi zaman kararlarına uyulan, kimi zaman infaz edilen organ… Bir de yanına “islam hukuku” ekle, istediğini istediğin gibi yönet… AKP söyleyince meşru, karşı çıkılınca hakaret…

Nâzım Hikmet, önce dindarın hürriyetsizliğinin ve bencilliğinin şaşırttığını söyler kendisini “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” romanında. “Yakamı Tanrının elinden kolayca sıyırmanın nedenlerinden biri de” der, “Anadolu din adamını, işinin üstünde görüp tanımamdır. Bu adam, ne Mevlevi dedeme, ne de yatılı okulda dinbilgisi öğreten, kıravatlı, penseli hocamıza, hatta ne de bizim Üsküdar’daki mahalle camiinin nüktesever imamına benziyordu. Bu adam, masallardaki ejderha gibi çeşmenin önüne oturup suyunu kesmişti. Yanında, cahilliğin, batıl itikatların, ikiyüzlülüğün, hoşgörmezliğin, karanlık bir terörün sancağı dalgalanıyordu”.

Yanıt romanın sonunda verilir. Çocukları ve toplumu gericiliğin burgacında eritmeye kalkanlara, sülükçülere, şükürcülere, sömürücülere toptan yanıt olsun.

“Komünistim,

            Sevdayım tepeden tırnağa,

            sevda: görmek, düşünmek, anlamak,

            sevda: doğan çocuk, yürüyen aydınlık,

            sevda: salıncak kurmak yıldızlara,

            sevda: dökmek çeliği kanter içinde,

Komünistim,

            Sevdayım tepeden tırnağa…”