Dinci gericiliğin ve sömürünün önlenemeyen özgürlüğü

Malum ve benzeri fotoğrafları herkes görüyor. Kamu hizmetinde, parlamentoda, yargıda, iç ve dış güvenlikte, eğitimde, sağlıkta, evlilikte, cinsellikte, kadında, çocukta, seçimde… Bütünsel olarak devlette, hukukta, siyasette ve toplumsal yaşam tarzında her gün yenileri ortaya çıkıyor.   

Zaten saklanmıyor, servis ediliyor, güncel deyişle erişim yasağı getirilmiyor. Tersine karşı tavır alanlara yasak getiriliyor.

Birçok siyaset, yasama, yargı, yürütme mensubunu kapsayan bu teşhir, propaganda ve kullanmalardan ikisini, meydanda Kuran gösteren cumhurbaşkanı ve göreve başlarken dua eden belediye başkanı örneklerini vermekle yetinelim. Güvenlik görevlisinden arabulucuya ve yargıca kadar diğer görüntüleri de okuyucuya bırakalım.  

Aslında fotoğraflarda değil, her yerdeler. Aslında artık, örneğin tarikat ve cemaat liderleri ya da müftü ve imamlar veya ilahiyatçılar gibi kimilerinin istisna halleri de değil, düzen içinde aynı gemide olanların olağanlaşmış ve de kabul edilmiş yaşam ve eylem tarzı oldular. Aynı gemideki siyasi yelpazede de farklılık kalmadı. 

Peki yurttaşların hepsi islam dinine mi inanıyor? Bu din içindekiler aynı mezhepten mi? Başka tek tanrılı dinlere ya da diğer dinlere inananlar yok mu? Herhangi bir dine inanmayanlar yok mu?

“Daha önce de yapıldı”, “hep yapılıyor” gibi alışkanlık ve kabul savunmaları ne hukukun konusudur ne de laik hukuk devletinin. Bunlara bir de devletteki makam odasının “kişisel alan” olması eklendi. Keyfiliğin, ayrımcılığın, Anayasayı ihlal ve dini kullanma özgürlüğünün sınırı yok.

Kişisel alan konusunu, İBŞB’nin nasıl yönetileceğinin bir kez daha anımsatılması notuyla geçelim: dincilikle soslu sermaye çıkarı… Hem de kamu gücünü ve devlet olanaklarını kullanarak, tarikat ve cemaatleri yanlarına alarak. Buna devletin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi ya da tek sözcükle şirketleştirilerek hizmette ayrımcılık yapılması denir.

Anayasanın değiştirilmesi yasak olan “cumhuriyet” ve “cumhuriyetin nitelikleri” hükümleri, egemenliğin kayıtsız koşulsuz ulusa ait olması ile hak ve özgürlüklerin “laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde” kullanılamayacağı hükümleri (1., 2., 6. ve 14. maddeler), 24. maddeyle bir arada değerlendirildiğinde dinin devlete, hukuka, siyasete ve toplumsal yaşam tarzına el atamayacağı net ve açık. Bu bütünlüğü bozan her eylem ve çalışma Anayasayı ihlaldir. 

Buna bir de “laiklik devlete ait kavramdır, devlette bir yönetici ve makam odası laiklik dışıdır”ı eklersek ihlal katmerleşir.

“Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun,  dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

Başta siyasetçiler, devletteki yöneticiler ve kamu görevlileri olmak üzere herkesin dine dayalı tutum ve davranışlarının sınırı bu Anayasa hükmüdür.           

Nerede burjuva devletin “kanun önünde eşitlik”, “ayrımcılık yapmama” ilkesi? Bu ilke, Anayasada yazmakla ya da devlet görevlilerinin “biz herkese eşit davranıyoruz, ayrım yapmıyoruz” denmesiyle yaşama geçmez. Bireyin ya da bireylerin kamusal hizmeti alırken veya hakkını ararken en küçük kuşkuya düşmesi yeter ihlal için. 

Dinsel kitap propaganda aracı yapılırken, devletteki makam odası kişiselleştirip dua merkezi yapılırken, siyaset dinsel propagandayla beslenirken, eğitim bir dinin bir mezhebine ve tarikatlara teslim edilirken, sağlık bilim ötesine bırakılırken, kamusal düzeni sağlamakla ve denetlemekle görevli ve sorumlu kamu görevlilerine dinsel simgeler serbest bırakılırken, hukuk akıl ötesi dinsel davranış kurallarına tutsak edilirken aynı dinin başka mezheplerinde olanların, başka dinlere inananların ya da inanmayanların inanç, düşünce ve kanat özgürlüklerinin kullanılmasının açık ya da örtülü engellendiği hiç düşünülmez mi? 

Bunlar düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü değil, eylem ve suç.

Kamu görevinin sağladığı nüfuzu kötüye kullanmak ve kamusal barışı bozmak da suç. Din yapılanların kılıfı olmaz, olamaz.     

Dinci gericiliğin özgürlüğü ile sermayenin özgürlüğü ikiz… Özünde de kapitalizmin ekonomi politiği “sömürü”nün özgürlüğü var; emeği sömürmenin,  sınıfsallığı unutturmanın, işçi sınıfının devrimci mücadelesini kırmanın özgürlüğü… 

Kapitalizmin ve ikizi gericiliğin felaketlerinden, onların düzeni ve yöntemleriyle kurtulmak olanaksız. Sömürücülerin ve gericilerin aklıyla sömürüye ve gericiliğe karşı koymaya yeltenmenin adı “mücadele” olmaz, “uzlaşma” olur. Aklı sermaye sınıfıyla gölgelenenler işçi sınıfının devrimci mücadelesine de zarar verir. 

Aydınlanmanın “ihanetin içine doğması”ndan kastımız bu… Paranın ve dinin saltanatına bulaşıldığı zaman akılla birlikte mücadele de gölgeleniyor. 

Laikliği savunanlar bile teslim olmuş durumda. Sessiz kalmak da bir çeşit teslimiyet. Mütevazılık bile değil yapılan, açıkça teslim olarak düzene destek vermek.  

Sermayenin ve dinciliğin boyunduruğundan kurtulmadan, yarım ağız sözcüklerle ya da “yaşasın cumhuriyet” sözcüklerine sığınıp sömürüyü ve dinci gericiliği görmezlikten gelmekle laik olunmuyor.

Laiklik bir yaşam tarzı. Devlette, hukukta, siyasette, bireysel ve sosyal yaşamda, ekonomik ve toplumsal ilişkilerle bütünleşmiş bir yaşam tarzı; üretimin ve yönetimin temeli olan aklın ve aydınlanmanın, sınıfsal mücadelenin koruyucusu.

Sermayenin egemenliği için dinci gericiliği kullananlara ve düzenin selameti için bu kullanıma göz yumanlara özgürlüklerinin sınırsız olmadığını hem anımsatalım hem de uyaralım. 

Herkes neye inanacağına ya da inanmayacağına karar vermekte özgür; ama siyaseti, siyasi partileri, devleti, hukuku ve yaşam tarzıyla toplumsal alan dinsel anlayış üzerine kurulamaz. Din üretim ilişkilerine, toplumsal düzene ve yönetime alet edilemez. 

Sömürünün önlenmesi için işçi sınıfının, dinci gericiliğin siyasal ve ideolojik olarak geriletilmesi için işçi sınıfı aydınlanmacılığının güçlenmesi vazgeçilmez. TKP Programında da açıkça belirtildiği gibi bu hedefe de Parti öncülük eder.