Devrim öncesi Küba’dan bugünün Türkiye’sine

Geçen hafta “Askıdaki Anayasa” yazımızla 2018’e giriş yaptık. 2018’in Anayasa ihlalleri ve hukuksuzluk konularında hayli sorunlu geçeceğinin, keyfiliğin tavana vuracağının emarelerini kabaca verdik. 

Sömürücü ve gerici düzenin ipliğini pazara çıkarmaya devam edeceğiz ki “Cumhuriyet”e, “Aydınlanma”ya, insanlığa, eşitliğe, özgürlüğe, adalete müdahaleyi durduralım, mücadele yollarındaki engelleri temizleyelim, direnişi bileyelim, yol haritamızı çizelim, seçeneğin ve çözümün adını koyalım.

“Onur, adalet ve direniş” simgesi “Küba Devrimi”nin 59. yıldönümünde devrim öncesi Küba’ya bakmamız işte tam bu nedenlerle önem kazanıyor. Orada neler yok ki; askıya alınan anayasadan OHAL’e, anayasal denetimden hukuksuzluklara, baskı ve şiddetten Belkin Elvan’a kadar neler yok ki…

Fidel Castro’nun “16 Ekim 1953’te, Moncada Kışlası baskınının ardından yargılandığı davada yaptığı dört saatlik savunması”nda o kadar çok bilgi ve belge var ki… Bunun için ilkin Fidel’e, yoldaşlarına ve Küba’nın devrim özlü halkına; sonra da Fidel’in bu savunmasını akıcı bir dille çeviren Celil Denktaş’a ve Ekim 2017’de “Beni Tarih Aklayacaktır” adıyla okuyucuya sunan Yazılama Yayınevine ne kadar teşekkür etsek az olur.

Fidel’in savunması, yaşam gerçeğinin nasıl yargılamanın parçası yapılacağının, hem sanık kimliği hem de avukat kimliğiyle nasıl dik durulacağının, davaya siyasi nedenlerle dahil edilen ama olayla ilgisi olmayan insanların ve davadaki diğer sanıkların haklarının bütünsel olarak nasıl savunulacağının, kararlı tavır ve anlatımla yargıçlar karşısında nasıl savunma yapılacağının tüm örneklerini veriyor.

Fidel, diktatörlük koşullarında yöneltilen suçlamaların ve verilen cezaların, mahkeme kararlarına dayansa bile “hukukla bir ilgisinin olmadığını, kamuoyu nezdinde de herhangi bir meşruiyet taşımadığını”, “gerçek hukukun ne olduğunu” mahkeme huzurunda tek tek vurguluyor.    

Ve bir mahkemede savunma sırasında anlatılanların hem yaşanan tarihi hem de Küba devrimini ve sonrasını nasıl kapsayabileceğinin, bir savunmanın içinden devrimin ve gerçeğin tüm emarelerinin nasıl çıkacağının dersini de veriyor.

1950’lerin ilk yarısındaki Küba’dan Fidel’in anlatımıyla aktarılan kimi örnekler şöyle:

10 Mart 1952 darbesinin ardından “Cumhuriyet Anayasası bizzat çiğnenip”, “sanki anayasal bir organmışçasına” diktatörlük uygulanıyor; “hukuk garabeti” yaşanıyor.

“Yasama Gücü ve Yürütme Gücü’nü birleştirilip tek bir güç gibi kullanmak isteyen anayasa dışı bir zorbalık” sürüyor; yargı bağımsızlığı yönetime teslim ediyor.    

1952 tarihli Kamu Düzeni ve Güvenliği Yasası ile “bireysel hak kurallarının tümüyle askıya alındığı” uzunca bir dönem yaşanıyor, insanlar mahkemeye çıkarılmıyor. Darbeyi gerçekleştiren ve bunu savunan kişi ve kurumlar, yurttaşlık haklarının çiğnenmesinden sorumlu tutulamıyor; yasaların suç saydığı eylemlerden dolayı yargılanamıyor. 

Yasalarda kesin ceza tanımı yapılmamış eylemlerden dolayı insanlar suçlanıyor, masumiyet karinesine uyulmuyor. Yargısız infazlar, hem öldürme ve yaralama hem de hak mahrumiyeti, tutukluluk yollarıyla yaygın olarak uygulanıyor ama suçlular aklanıyor ve “sonrakileri de meşru gösterme amacı” güdülüyor. İnfaz edilenler, “orduyla çarpışırken ölenler listesine” kaydediliyor.

“Yasaların zora üstünlüğü” (cedant arma togae) yaşama geçirilemiyor. “Hukukun ve yargının zayıflığı karşısında bir dolu alavere dalavereyi rahatlıkla kıvıran” bir rejim var.

Asker’e, “vatandaşa potansiyel suçlu muamelesi yapmak rutin görev olarak” dayatılıyor; “gelecek konusunda belirsizlik” yaygınlaştırılıyor.

Politikacılar, “girişimcilere tam özgürlük”, “yatırımlara devlet garantisi” gibi konularla uğraşıyor.

Eğitim, “pedagoji bilimindeki gelişmeler” yok sayılarak ayaklar altına alınıyor.

“Nino lakaplı Cala, elinde evine götürdüğü ekmek sokakta yürürken, hiçbir uyarı yapılmadan açılan ateşle” öldürülüyor.

Fidel’in savunmasında vurguladığı konulardan biri de, “gerçek suçlular yargı karşısına” çıkarılmadıkça, masumların “suçlu sandalyesine” oturtulması.

Fidel, Küba’da yapılanları anlatırken “saçmalığın sınırı yok” diyerek, aynı şeyleri Naziler’in Avrupa’da yaptığını vurgulamayı da ihmal etmiyor. Ve yargıçlara soruyor: “Yasadışılığı yasaymış gibi gösteren, mantık dışılığı olağan saydıran, bir araya gelmesi mümkün olmayan ne varsa hepsini toplayıp aynı sepete tıkıştırmaya uğraşan bu şaklabanlıklar nereye kadar gider?” 

Bir de anayasayı yorumlamakla yetkili olup Küba Anayasası’nın “Darbe Yasası” karşısında geçerli olmadığına hükmeden “Sosyal ve Anayasal Haklar Mahkemesi”ne soruyor: “Bir mahkemenin üstünlüğüne güvenerek yuvarlağa dört köşe demesi akıl alır mı?” “Bu karar, intihar etmekten farksızdır.”

“Devrim öncesi Küba’dan bugünün Türkiye’sine” başlığını, Türkiye’nin bugünkü durumunun devrim öncesi Küba’ya benzediği şeklinde de okuyabilirsiniz; Küba’nın o günlerdeki durumunun mücadeleyi hızlandırarak devrimle sonuçlanması nedeniyle Türkiye’nin emekçi halkının devrim için daha mücadeleci, daha örgütlü, daha kararlı olması gerektiği şeklinde de… İkinci okuma, “Türkiye seçeneksiz değildir, halkın gerçek seçeneği güçlenecektir”, “geçmiş günlerin hayaliyle değil, geleceğin umuduyla” devrime kilitlenmeli anlamına gelir.   

“Sizler beni mahkum edebilirsiniz, edin, umurumda değil. Çünkü beni tarih aklayacaktır!” sözleriyle biten, maddi gerçekle hukuk ve yargı arasındaki bağın özünü anlatan; hukuku baskı ve sömürü aracı olmaktan çıkarıp hak mücadelelerinin, eşitleştirmenin, özgürleştirmenin ve adaletin aracı yapan Fidel Castro savunmasını yalnızca hukukçular değil herkes okumalı. Hukukçular tekrar tekrar okumalı.

Fidel’in deyişiyle: “De te fabula narratur.” “Bu anlatılan senin hikayendir”.