Çocuk hakları derken?

Dünya Çocuk Hakları Gününü geride bıraktık, çocukları da geride bırakan bir düzende yaşamaya devam ediyoruz.

Uluslararası bildirgelermiş, anayasaymış… Pozitif hukuktaki tumturaklı söz dizilerinin anımsatılmakla yetinildiği, yılda bir kutlanan günde en çok kullanılan kavramlardan biri “çocuk hakları”. Çocuklarla ilgili gerçeklerde ise “haklar” yerine “çocuk üzerinden her türlü çıkar” var.

Meta, ticaret, piyasa, noeliberalizm, bireysellik, bireysel çıkar ve haz gibi kavramların özne olduğu tartışmalar, çocukların kötüye, daha kötüye savrulmalarının önünü kesmeye yetmiyor. Tıpkı kağıtta yazılı bulunan hem de Anayasa ve uluslararası sözleşmeler gibi üstünlüğü olan pozitif hukukun yetmediği gibi…

Sonuçta çocuklar da “ekonomik biçime” yerleştiriliyor. İşte görülmek istenmeyen,  görülmek istenmedikçe devletin ve hukukun da gözlerini yumduğu, “hak”ın soyutlaştırıldığı yer burası: ekonomik biçim…   Ara sıra bir şeyleri anımsamak işe yaramıyor.

Anayasa gereği eğitim ve öğretim -devlet veya özel fark etmez- laik, çağdaş ve bilimsel esaslara göre “devletin gözetim ve denetimi altında” yapılacak; eğitim ve öğretim kurumlarında yalnızca eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülecek. Anayasa böyle ama bu kuralları ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini ilk ihlal eden de devletin kendisi.

Konu, dava açılmasını gerektirmeyecek kadar açık olduğu halde kaçınılmaz olarak davalar açılıyor. Zorunlu din dersi diye bir dinin dersinin verilmesine karşı açılan davaları devlet kaybediyor ama aldırış etmiyor; kandırmaya da devam ediyor ihlale de…

Kandırıyor, çünkü Anayasa’da zorunlu dersler arasında sayılan “din kültürü ve ahlak öğretimi” dersini belli bir dinin, belli bir mezhebin davranış kuralları olarak “zorunlu” diye verdiriyor. İhlal ediyor, çünkü belli bir dinin eğitim ve öğretimi ancak isteğe bağlı.

İstemeyene ders verilmez, bu da eğitim ve öğretim yılı başında netleştirilir; yalnızca isteyenlere ders verilir. Ne gezer, hem zorla ders veriyorlar hem de istemeyiz diyeni dava açmak zorunda bırakıyorlar.  

 “Zorunlu” diye dayatılan din dersine, “zorunlu olan din kültürü ve ahlak bilgisi dersidir”, "bu dersin müfredatının içeriği nesnel ve çoğulcu olmalı. Devlet, dinler karşısında tarafsız kalarak, bütün dinsel inançları eşdeğer görmeli", “belli bir dinin anlatılması bu kapsama girmez” diyor mahkeme kararları ama kim dinler… Milli Eğitim Bakanlığı mahkeme kararlarını tanımıyor, bildiğini okumaya yani Anayasa tanımazlığa, hukuksuzluğa devam ediyor.
AKP kendi çürümüşlüğünü eğitime de taşıyor. OHAL’den destek alarak birçok okulun ve üniversitenin kapatılması, öğretmenlerin ve akademisyenlerin mesleklerinden uzaklaştırılması, tıpkı dershane kavgasında olduğu gibi eğitim ve öğretimin nasıl metalaştırılarak ayaklar altına alındığının,  nasıl piyasaya terk edildiğinin, günlük çıkar ve siyasete, gericiliğe nasıl alet edildiğinin örneği.
Zorunlu din dersleri, müfredatta bilimden uzaklaşma ve gericilik, imam hatipleştirme nasıl Anayasayı ihlalse, okulları cemaat ya da tarikatlara teslim etmek, sonra kimilerini KHK kapatmak da Anayasayı ihlaldir.
Okullar devletin gözetim ve denetimi altında açılmış, yıllarca yine devletin gözetim ve denetimi altında faaliyet göstermiştir. Devlet, yıllarca “gözlerini kapatarak vazife” yaptıysa, laik ve bilimsel eğitime, hukuka aykırı faaliyetlere göz yumarak izin verdiyse, ortaya çıkan suçlara ortak olmuştur. Okul kapatmanın gerekçesi her neyse devlet de o gerekçenin parçası olmuştur.  
Kapitalist düzene hizmet etmek ve insan yerine düzene biat eden tebaa yaratmak isteği eğitim ve öğretimi esir alıyor. Hemen her alanda olduğu gibi, çocukta ve eğitimde de, “kapitalizm koşulları” içinde ortaya çıkarılmaya çalışılan arayış ve öneriler -alt başlıklarla yaratılan, örneğin piyasa mı devlet mi gibi, karşıtlık ve çelişkiler- ne kadar vurgulayıcı olursa olsun ileriye yürünemiyor.

Kısır tartışmalar, Türkiye’de eğitim ve öğretim elden gitmişken, müfredat bilimsellikten ve laiklikten uzaklaştırılmışken Milli Eğitim Bakanı’nın “ders saatleri” ile uğraşması gibi bir oyalama ve kandırma taktiği aslında. Köleleştirmeden söz ederken de bu kısır döngüden ve “işçi sınıfını” unutturmaktan söz ediyoruz.

Eğitim ve öğretim için yapılan “devlet mi özel mi” tartışması, özele karşı devlet ağırlıklı sürerdi. AKP döneminde getirilen yer şu: devlet, parasız ya da az paralı ama gerici eğitim veriyor; özel, paralı ama bir kısmı sözde aydınlanmacı eğitim veriyor. Sözde aydınlanmacı, özde sermaye yanlısı hem de emperyalizm destekli eğitim. 

Sonunda gelip “kapitalizm” duvarına dayanılıyor. O duvar “sermaye sınıfının” koruma duvarı aynı zamanda. Çocuk ve eğitim üzerindeki tartışmaların bu dar başlıklardaki sıkışıklığı, çocuğun ve eğitimin kapitalizmle ilişkisi dışında yapıldıkça da ayakta kalan kapitalizm oluyor.

Ne çocuk ne de eğitim ve öğretim “kapital”in genel yasalarından kopuk. Çocuk hakları da öyle, dinsellik içine yerleştirilen eğitim ve istismarlar da… Ne çocuk hakları yetiyor ne de laiklik tek başına.

Çocuk hakları, sömürmeyle okunuyor; eğitim ve öğretim de sömürmeye destek vermeyi, verirken de sömürmeyi amaçlıyor. Kapitalist/emperyalist düzen egemenliği çocukların, eğitim ve öğretimin üzerini sarıyor ama sarmalamıyor, korumuyor, güvence altına almıyor.

Kapitalizmin içinde kaldıkça eğitim ve öğretimde eşitlikçi, ilerici ve aydınlanmacı dönüşümden, “parasız eğitim ve öğretim”den söz etmek olanaksız. Kapitalizmin içinde kaldıkça eğitim ve öğretim “ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için” araç olmaya devam edecek.

İnsanlığın gelecekteki sorumlu yurttaşları olan çocukların hakları, çürüyen ve ömrünü tüketen sömürücü ve gerici düzen tarafından yapılan soyut tanımlamalara bırakılamayacağı gibi eğitim ve öğretim de aynı düzenin keyfine bırakılamaz.

Çocuk, somut haklara sahip olduğu, “sömürenin ve gericinin çıkarlarından bağımsız”, “eşit ve parasız”, “toplumcu” eğitim ve öğretimle yetiştirildiği zaman yaşamın önemli görev ve sorumluluklarından biri tamamlanmış; sınıfsız ve sömürüsüz topluma geçilmiş olur.