AKP'li ve KHK'li yasama düzeninde yaşamak

Hukuk yaşamın içine öyle sinmiş, öyle kutsallaşmış ki, toplumsal düzeni sağlayan bu araç, bütünsel olarak sorgulanmadan benimsenebiliyor etkilediği taraflarca saptanan olumsuzluklar da bu benimsenmişlik içinde çözümlenebilir olarak kabul ediliyor. Diğer deyişle, sorunun çözümü, sorunu yaratan güce bırakılıyor. Öyle ya, hukuk devleti içinde yaşandığına göre, onun dışına çıkılamaz hukuk ne derse o olur. Peki, hukukun dediği yaşam gerçeğine uymuyorsa, baskı yaratıyorsa, hakkı zedeliyorsa, adaletsizse ne olacak? O zaman da hak aranacak ya da olumsuzluğu giderecek yerin adresi belli: yargı… Hukuk yapar, yargı çözer. Peki, yargı bağımsız değilse, güdümlü hale getirilmişse ne olacak? Kaldı ki, yargı zaten hukuk kurallarına dayanarak karar vermeyecek mi?

19-20 Mayıs günlerinde A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi (KAYAUM) tarafından, Prof Dr. Ahmet Alpay Dikmen öncülüğünde düzenlenen “Kanun Hükmünde Kararnameler Çalıştayı”nda, AKP’nin KHK’leri enine boyuna tartışılırken, “bugün Türkiye’deki yıkım ve yeniden inşa sürecini ve yönetimin yeniden yapılanmasını görebileceğimiz en önemli araçlardan birisi”nin KHK’ler olduğu vurgulandı. KHK’lerin “ardındaki akıl ve düşünce sistematiğinin çözümlenmesi” konusunda önemli saptamalar yapıldı. Ancak, çözüm önerileri konusunda, “direniş, geriletme eylemi, reddiyecilik, iradeye karşı irade, sahayı (sokağı) ele geçirme, hukuk içindeki hukuksuzluğun tartışılmasından meşruiyetin tartışılmasına geçme” gibi birbirine bağlı ve gerçekçi önerilerin yanında, mevcut yasama ve yargıdan umulan beklentilerin dile getirdiği de görüldü. Bu beklentinin, her şeye karşın umut olarak taşınması, Çalıştay’da, “başkaların düşünceleriyle üretim” yapılmaması gerektiği, başkalarının düşünceleriyle yapılacak üretimin, onların yaptıklarını onaylamak ve onlarla özdeşleşmek dışında işe yaramayacağı uyarısının yapılmasını da sağladı.

KHK’ler, düzenleniş biçim ve ilkeleri Anayasa’da gösterilen ve buna bağlı olarak, Yetki Yasası’na dayandırılan düzenlemeler olduğuna ve AKP’nin KHK’lerinin dayanağı olan Yasa, Anayasa Mahkemesi’nden onay aldığına göre, yürürlükteki KHK’lerin hukuksal olarak uygun olup olmadığının saptanması, temel sorunun çözümü için yeterli olmuyor. Pozitif hukuk kuralları üzerinden yürütülen “kural koyucu yaklaşım”, çözüm yerine, başkalarının koyduğu kurallara bağlılığı getiriyor. Küçük fırça hareketleri, tablonun özünü değiştirmiyor.

Toplumsal düzeni, başta anayasa olmak üzere pozitif hukuk kuralları sağlamakla birlikte, sorunun nasıl oluştuğunu ve neden kaynaklandığını tanımlamadan yapılan denemeler egemen yönetimin çemberini kıramıyor, o çemberin içinde oyalanıp duruluyor. Uygulayıcılarla birlikte, denetçilerin ve yorumcuların da aynı çember içinde tutulduğu, egemenlerin her türlü önlemi alma konusunda söz ve karar sahibi olduğu unutuluyor.
Betimleyici yaklaşım, kuralların manyetik alanını içinde, küçük ya da kısmi düzeltmelerle avunma yerine, “kural koyucu sistemi”, “kural koyucuları”, “kural koyucuları belirleyen sistemi”, “kuralların getirilme nedenini” sorgulamayı gerektiriyor. Asıl olarak da “yapı”nın sorgulanmasını gerektiriyor.

Kuralları, kural koyucu güçten, daha doğrusu, “yapı”dan ayrı düşünerek yorumlamak ve değerlendirmek mümkün olmadığına göre, yeniden ve yeniden yapı sahiplerden ve onların yorumcularından medet umulabilir mi? Ya da başkalarının oluşturduğu düzene karşı, onların kurallarına bağlı kalınarak savaşım verilebilir mi?

Demokratik toplum düzeninde, hazırlık ve görüşme sürecinden yürürlüğe girene kadar her aşamada, toplumun bilgilendirildiği ve yalnızca milletvekillerinin ya da meclisteki partilerin değil, konuyla ilgili herkesin, kural koyma işlemine katılımı için her türlü yolun açık olduğu, böylece, “egemen çoğunluğun” yerini “çoğulculuğa” bırakacağı ileri sürülür. Bu öyle bir süreçtir ki, yürürlükten sonra da, diğer deyişle yasa kuralının yürürlükte olduğu sürece de, denetim devam eder.

“Uzlaşma olmadan yasa çıkmaz” denilen ideal sistem, yine demokrasinin bulduğu yollar arasında gösterilse de, “istisnalar” yadırganmaz, hatta asıl hale getirilebilir. Bunun oransal ağırlığı da ülkeden ülkeye değişebileceği gibi aynı ülkede dönemden döneme değişebilir. Özetle, “çoğulculuk” hep sözde kalır, yaşama geçirilmez.

İstisnayı yaratan, çoğulcu demokrasinin genel ilkelerinin yolunu değiştiren yöntemlerin başında, hemen her aşamada, toplantı ya da karar yeter sayılarının, ağırlıklı olarak “salt çoğunluğa”, özel durumlarda da “nitelikli çoğunluğa” bağlanması gelir. Uzlaşılamayan konuların “oylanması” ile çoğulculuk yerini çoğunluğa bırakır ve egemen rahatlar.

Bir başka istisna ise, “devredilemez” olan yasama yetkisinin anayasa ya da yasalarla yürütmeye devridir. İş görme, üretim ilişkilerini yürütme olanaklarının sorumluluğunun yasalara yüklenmesi karşısında, yasamanın yürütme karşısında geriletilmesi gereği doğduğunda KHK’lere başvurulur. KHK’ler, genel ve olağan yasama düzeninin en güçlü istisnasını oluştururlar, “yasallık ilkesine” ilişkin genel ve olağan birçok ilkeyi devre dışı bırakmalarına karşın, işlevsel olarak yasa gücünü taşırlar.

KHK’ler, her yönüyle siyasal iktidarların programı ve tasarısı olduklarından, “yetki kanunu” dışında, demokratik katkı ve katılım olanaklı değildir. Yetki kanununa hakim olamayan, onu yönlendirip şekillendiremeyen, sınırlayamayan muhalefet, daha genel bir anlatımla yasama organı, KHK’ler üzerinde söz hakkını ve etkisini kaybeder. Yetkinin “genel, soyut ve belirsiz” olması, yürütmeye önemli güç verir. Nitekim AKP’nin, birisi yine kendi KHK’si ile yürürlükten kaldırılan 35 KHK’siyle, çok geniş bir alana el atılmış, beş yüze yakın kanun ya da KHK’de değişiklik, yürürlükten kaldırma ya da ekleme işlemi yapılmıştır. Madde, fıkra, bent ya da hüküm bazında bakıldığında ise devasa bir el atma, yetkiyi aşma ve KHK ile düzenlenmesi olanaksız yasak alana girme söz konusudur.

Yasalar, kural koyucu gücün takdirini, hiç olmazsa “hukuk devleti ilkesi”ne çevirirken, KHK’ler kural koyucu gücün takdirini aynen korurlar. Yasaların, “takdiri”, düzene sokarak imar etme, bir heykeltıraş gibi işleme işlevi vardır. KHK’ler ise takdirin yontulmamış hallerini yaşama sokarlar.

Yasaların en kötüsü dahi, tüm toplumun olmasa da, iktidar dışında, muhalefetin ve kamuoyunda birilerinin gözü önünde oluşurken, KHK’ler görücüye çıkmadan yayımlanıp uygulamaya girerler. “Habersiz”, “saklı” metinlerdir, birden bire ortaya çıkarlar. Resmi Gazete’de yayımlanmadan, sözü, içeriği, anlam ve kapsamları bilinmez, öngörülemez.

KHK’li yasama düzenine bir de “yasama organının çalışma yöntemi” üzerinden bakmak gerekir. “Meclis’in AKP’li çoğunluk döneminde, AKP’nin Meclis’te istediği yasayı istediği gibi çıkarabildiği dönemde KHK’lere gereksinim var mıydı, KHK’lere neden başvuruldu?” sorusunun yanıtını aramak gerekir. Yanıt, yine bir soruyla ve yanıtıyla netleşir: “KHK’li dönemde Meclis’e gereksinim kalmış mıdır? Hayır kalmamıştır”. Çünkü bu dönemi de kapsayan 2011 yılında Meclis, neredeyse yasama faaliyeti yapmamıştır. “Kanun yapmanın belli usullere uyulmak zorunluluğu sebebiyle zaman aldığı ve gecikmeler meydana getirdiği” ve bu nedenle KHK kurumunun getirildiği gerekçesi, özellikle AKP döneminde çoğunluğun “sınırsız tahakkümü” ve “hızı” altında anlamını yitirmiştir. Sözde usule de uyularak, çok kısa sürelerde yasalar çıkarılabilmektedir. Bu yönden bakıldığında, “yasama organının devre dışı bırakılması” söylemi de tek başına yeterli değildir.

Meclis’i adeta “tek başına” kullanan, hatta sadece lider yönlendirmesiyle kullanan bir siyasal iktidarın, kapsamlı bir şekilde KHK’lere başvurmasında, egemen kapitaliste hizmet niteliği ve bu niteliğe koşut “siyasal İslam” kimliği göz önünde bulundurulduğunda, yadırganacak bir yön yoktur. 35 KHK ile bir çırpıda, hem de seçim döneminde hukuka el atmak, kamu alanını ve hizmetini ticarileştirmek, kamu kaynaklarını rant yaratarak sermaye birikimine katmak, emeği ve örgütlenmeyi bastırmak, hem de bunu istediği gibi, hatta keyfileştirerek yapmak sürpriz değildir. Bunun nedeni, yasama organında, muhalefette ya da daha genel anlatımla demokrasinin kurum ve kurallarında değil, egemen yönetim tarzının beyninde aranmalıdır. KHK’li düzen bu bağlamda, geleceğin, yeni anayasanın ve başkanlık sisteminin de emarelerini vermektedir.

O beyin, sadece kural koyucuları değil, yorumlayıcıları ve yargı denetimini de kendi güdümüne sokabilmiştir. Önce yargı operasyonunu tamamlayıp sonra KHK’lere başvurabilmiştir. O beyin, görüldüğü ya da sanıldığı gibi, tek başına AKP ya da siyasal İslam değil, bunlardan yararlanan ve bunları kendileriyle özdeşleştiren kapitalizm ve emperyalizmdir. Zaman, bir çırpıda bu kadar geniş alana el atma zamanı olmuştur ve gereği yapılmıştır istenilen görev yerine getirilmiştir.

AKP’nin KHK’li yasama düzeni içinde ortaya çıkan hukuksal ve ilkesel hata ve sapmalar yaygın olmakla birlikte, yalnızca bu hata ve sapmalarla uğraşmak, savaşımı yalnızca bunlar üzerinden götürmek, enerjiyi düzenin sahipleri için harcamak anlamına gelir. Onların, küçük fiskelerden etkilenmesini beklemek, onları da memnun eder “işte özgürlük” dedirtir. Onlara göre, üst yapıyla oynayarak, değişikliğin ya da dönüşümün yolu her zaman bulunur.

KHK’li yasama düzeni, yasamayı işlevsiz, yargıyı güdümlü hale getiren, yürütmeyi “lidere bağlı” egemen yönetim tarzı yapan, AKP’li yaşama düzeninin aynasıdır. KHK’li yasama düzeni, kamusal varlıkların, devletin ve hukukun kapitalizme koşulsuz hizmetinin göstergesidir.

Egemenin aldığı kararlarla ve koyduğu kurallarla ortaya çıkan zararlar, güçlükler ve değişimler, “egemen olma” ve “egemenlik altında bulunma” ilişkisini belirler. AKP’li ve KHK’li yasama düzeninin anlamı, bu düzeni gerçekleştiren siyasal yönetimin ekonomi politiğindedir. Enerji ve emek, yeni bir toplum yaratılması için harcanmadıkça yeni bir hukuk yaratılamaz ancak mevcut hukuk düzeninin çatlaklarının sıvanmasıyla yetinilebilir.