Aklı çalan eğitim

Aklı çalmak, düşünceye etki yaparak istediğini yaptırmak için egemenlerin bulduğu ve uyguladığı birçok yol var. Genel anlamıyla gericilik, bu sinsi ve hain davranışın adı.

Gericiliğin, sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, hukuksal, geleneksel birçok başlığı var. Dinsellik de bunlardan biri… Yaş, zaman, ortam, mekan sınırı yok; aklı çalma, düşünceye etki yapma konusunda en ufak kaygısı yok. Bir de, daha çalmadan, aklı körelten, düşünmeyi başlatmayan türü var: okul öncesi dinsel yönlendirme ve zorunlu din dersi…

“Aydınlanma Hareketi”nin gericiliğe karşı mücadele başlıkları içinde önemli yer tutuyor zorunlu din dersi sorunu… Hem siyasal ve sosyal mücadele veriliyor hem de hukuksal.

Hukuksal mücadelenin de birçok ayağı var. Bunlardan biri, cesur ve duyarlı velilerin zorunlu din dersinden muafiyet için okul müdürlüklerine verdiği/vereceği dilekçeler. Cesur ve duyarlı diyoruz; çünkü dinsel çevre baskısı, hem veliler arasında, hem eğitim yöneticileri ve öğretmenler arasında hem de öğrenciler arasında sürüyor. Muafiyet dilekçesi verenler dinsizlikle suçlanabiliyor.

Bir de hukuksal engellemeler, yokuşa sürmeler var. Dilekçelere karşı, ilçe milli eğitim müdürlüklerinden biri tarafından yazılan 2016 tarihli ret yazılarından biri şöyle:

“Okulunuz 4. sınıf öğrencisi (…)’in din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden muaf tutulması isteğine dair ilgi yazınız incelenmiştir. (…) Eğitim ve Öğretim Yüksek Kurulu Kararında (1990 tarihli, 1 sayılı karar), ‘Milli Eğitim Bakanlığının teklifi üzerine; azınlık okulları dışında kalan ilk ve orta öğretim okullarımızda öğrenim gören T.C. uyruklu Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilerin; bu dinlerden birine mensup olduklarını belgelemek kaydıyla, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersine girmelerinin zorunlu olmadığı ancak bu derse girmek istedikleri takdirde velilerinden yazılı dilekçe getirmelerinin gerekli olduğu hususunun kabulü kararlaştırıldı’ denilmektedir. Buna göre; adı geçen öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinden muaf tutulabilmeleri için ilgi Kararda belirtilen Hristiyanlık ya da Musevilik (Yahudilik) dinlerinden birine mensup olduklarını dini merkezden belgelendirmeleri gerekmektedir.”

Yazı, neresinden tutulsa dökülüyor. 1990 tarihli karara dayanarak, hem üç dine (İslam, Hristiyan, Musevi) mensuplukla sınırlı gerekçe ileri sürüyor hem de Hristiyan ve Musevi olmayan herkesi İslam dini mensubu kabul ediyor. İnanmayanları ve diğer dinlere inananları yok sayıyor.

Oysa 2006 yılından bu yana nüfus aile kütüklerinde ve kimliklerde, din hanesi boş bırakılabildiği gibi, bu üç dinden farklı dinlerin de yazılması olanaklı. Talebe bağlı olarak, zorlamayla da olsa, din sayısı artıyor. Boş bırakılma ise dinsel inancı açıklamama ya da inanmama hakkını kapsıyor. Ret yazısı bunları dikkate almıyor.

Öte yandan Anayasa’daki söz ve öz karıştırılarak bir çeşit tuzak kuruluyor. Anayasa’nın 24. maddesi, “din kültürü ve ahlak eğitimi”ni zorunlu dersler arasında sayıyor. Bunun dışındaki “din eğitim ve öğretimi” ise kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de yasal temsilcisinin talebine bağlı.

Zorunlu olan “din kültürü ve ahlak eğitimi”, belli bir dinin dersi değil. Çoğulculuk anlayışı içinde nesnel ve rasyonel yaklaşımı gerektiriyor. Din, bir ayrım ve eşitsizlik unsuru olarak ele alınmıyor. Devletin, bütün dinler ve inanç sistemleri karşısında tarafsız kalması, bütün din ve inançlar ile inanmamayı eşdeğer görmesi asıl. Buna din sosyolojisi, din antropolijisi ve din tarihi gibi alanlar dahil. Kaldı ki, zorunlu olan dersin konusu yalnız din kültürü değil, “ahlak eğitimi” de var. Ve buradaki ahlak yalnızca dinsel ahlakı kapsamıyor.

Zorunlu olmayan, isteğe bağlı olan “din eğitim ve öğretimi” ise belli bir dinin anlayışını, kurallarını, inancını içeriyor. Ve burada da yalnızca tek tanrılı dinlerin (semavi -göksel- dinler) ya da bu dinler içindeki bazı mezheplerin müfredata alınması hukuka uygun değil.

Zorunlu olmayan din eğitim ve öğretiminde, dayatma da söz konusu değil. Devlet, “ben veriyorum, sen istemezsen dilekçe ver; ama benim istediğim gibi dilekçe” diyemez. Anayasa tersini söylüyor: “istenirse verilir” diyor.

Devlet, dersin adına “din kültürü ve ahlak bilgisi” diyerek iki konuyu birbirinin içine yediriyor. Böylece “din kültürü ve ahlak eğitimi”ni sözde isteğe bağlıymış gibi “Sünni İslam”a hapsediyor. Milli Eğitim, laik hukuk devletinin laik eğitim kurumu gibi değil, AKP örgütü gibi davranıyor; dinin yayılmasının en can alıcı şırıngasını yasal temsilciye ihtiyacı olan çocuklara saplıyor. Bir yandan da OHAL döneminde bile dokunulamayacak olan “dinsel inanç ve kanaat açıklamama” özgürlüğünü tanımayarak, insanları açıklama yapmaya zorluyor.

Milli Eğitim kurumunun ret yazısında, Anayasa’nın eşitlik ilkesi yönünden de ihlal söz konusu. Yalnızca göksel dinleri esas alıyor, göksel olmayan dinleri ayırıyor. İnanmayanları hiç dikkate almıyor. Böylece din özgürlüğünü de kendine özgü tanımlıyor.

Laikliği dinsel özgürlük diye tanımlıyorlar ama bu tanıma kendileri uymuyor. Oysa laik devlette herkes dinini seçmekte, inancını açıklamakta serbesttir. İnancı olmayanlar için de durum aynıdır.  

Bu konular elbette dava konusu olacak ve emsal davalarla, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarıyla işlenecek…

Bu kargaşaya meydan veren yasal düzenlemelerin Meclis’ten geçmiş olması, Anayasa Mahkemesinden (AYM) onay almış olması ise hukuksuzluğun, yönetim ve çevre baskısının gerekçesi olamaz, olmamalı. Bir kere AYM onayı, zorunlu din dersini yaygınlaştırmanın dayanağı değil. İkincisi de yukarıda anlattığımız gibi zorunlu olan, belli bir din/mezhep anlayışının (İslam dininin) eğitim ve öğretimi değil, bu konu isteğe bağlı.

Aklın çalınmasında ve dinsel gericilikte, yasama ve yargı organları, düzen siyaseti, liberaller, AKP hükümetiyle birlikte ortaklar, sorumlular, suç işliyorlar. Daha çalınır hale gelmeden, ayırt etme gücüne sahip olmadan, yaşının küçüklüğü yüzünden akla uygun davranma yeteneğine kavuşmadan, çocuk yaştaki akla el konulunca sorumluluk daha da artıyor.

Gericilik, dinselliği masum yüz olarak sundukça ve bu sunuş kabul gördükçe, laiklik ve aydınlanma katlediliyor.

Toplumun ve bireylerin, akıl ve bilim dışı düşüncelerden ve yargılardan uzak kalması, öyle görülüyor ki, her başı sıkıştığında gericiliği kendisine ortak seçen sermaye düzeninde olanaklı değil. Onun için de aydınlanma mücadelesi, sınıfsal mücadeleyle özdeş.