12 Eylül ve yargılama yanılsaması

Sözde, 12 Eylül’ün iki silahşoru yargılanırken, 12 Eylül’e ilişkin gerçekler ve yaşananlar da yeniden kamuoyunun önüne serilmeye başladı. Bu gerçekleri yıllardır beyinlerinden atamayan emekçiler ve mağdurlar, yaşadıklarını ve topluma aslında neyin yaşatıldığını bir bir anlatırken, başlayan yargılamanın devede kulak bile olmadığını da göstermiş oldular. Bir şey daha gösterildi ki, o da “yargılama ve hesaplaşma” değil 12 Eylül ruhunun, tüm boyutlarıyla ve sindirilmiş şekliyle yaşatıldığı ve yaşatılmaya devam edildiği… O ruh, kapitalizmin sınır ve kural tanımayan politikalarının yaşama geçirilmesi temeline dayalı, hegemonyasını her türlü yolla tüm dünyaya yayan ve ulusal iktidarları kendi iktidarı ile özdeşleştiren güçten başkası değil…

AKP, “Anayasa’yı ben değiştirdim, 12 Eylülcülerin yargılanmalarının yolunu ben açtım” diye övünürken, kendisinin, aynı gücün Türkiye, zaman zaman da bölge temsilcisi olduğu unutulmamalı.

12 Eylül ruhu, dışa açılmanın, dış ticarette liberalleşmenin, mali politikaların sınırsız ve sorunsuz uygulanmasının, gelir ve vergi dağılımı adaletsizliğinin, yeni sömürgeciliğin iç yansıması olarak yaşarken, Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin iktidarını da buldu. 12 Eylül’ün seçimsiz dönemi ve seçimli dönemin tek parti iktidarı dönemi dahil, önceki dönemlerde, “sermaye sınırsız korunup, emek sınırsız bastırılırken”, AKP, eksikleri tamamlayarak uygulamaları pekiştirdi Daha da önemlisi, dinsel ve etnik etkileri kullanarak, toplumu gericilik çukuru içine atarak yaşam tarzını sindirdi.

Çöz, ayrıştır, parçala, erit yapıyı ele geçir, hukukunu yarat, kurumlarını düzenle… Sonra da “yargılama yasağını ben kaldırdım” diyerek övün… “2002’nin sonundan bu yana tek başına iktidardasın, çoğunluğa sahipsin, 2010 değişikliklerine kadar Anayasa’yı 8 kez değiştirdin, neden 2010’u bekledin?” diye sorulmaz mı? Tıpkı, yargı kayıtsız koşulsuz ele geçirilerek başkalaştırıldıktan sonra, “Yargının hesabını veremediği sınır tanımaz uygulamaları ağır bedeller ödenmesi sonucunu doğurmuş, anayasa ve yasalarda radikal değişimlerin yapılmasının haklı nedenini oluşturmuştur. Dün yargının siyaseti kuşatma gayretlerine karşı çıktığımız gibi bugün de siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceğiz” diyen Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın söyledikleri gibi, inandırıcı olur mu?

Bir de yargılanan baş silahşorun söyledikleri var “ben kurucu iradeyim, yargılayamazsınız” diyor. Buyurun, yanıt verin… Bu silahşorların bildirileri hukuk olmadı mı? Anayasa’sı % 91,37 ile kabul edilmedi mi? 12 Eylül 1980’den ilk genel seçim sonrasında TBMM toplandığı 6 Eylül 1983 tarihleri arasında, Milli Güvenlik Konseyi tarafından (2301-2577 yasa numarası alarak) çıkarılan, yine bu Konsey tarafından oluşturulan Danışma Meclisi tarafından (2578-2969 yasa numarası alarak) çıkarılan toplam 669 Yasa, bu dönemde çıkarılan KHK’ler, kararnameler ve diğer düzenleyici tasarruflar, 24 Ocak 1980 kararlarıyla birlikte 12 Eylül hukukunu oluşturmadı mı? Darbeden sonra ilk genel seçimle birlikte başlayan ANAP dönemi, aynı politikaların hukukunu aynı keskinlikte sürdürmedi mi? Sonraki koalisyon dönemleri ve nihayet AKP aynı hukukun üstüne oturup politikalarını sürdürmedi mi? Türkiye’yi kapitalist emperyalizmin yörüngesine oturtan, neoliberalizmle özdeşleştiren 24 Ocak kararlarının kalemşoru, 12 Eylül sonrasının Başbakanı Turgut Özal, “12 Eylül olmasa bu ekonomik programın neticelerini alamazdık” diyerek 12 Eylül’ün ekonomi politiğini vurgulamadı mı? AKP, Özal’ı hep takdirle anarken aynı ekonomi politiği uygulamaya devam etmedi mi? O günlerden bu yana, sermayenin yolu temizlenirken, sınıfsal bakışa, emekçilere, devrimcilere, aydınlara, düşünenlere, muhalefete karşı sindirme, susturma, uyuşturma halka karşı gericileştirme politikaları uygulanmaya devam edilmiyor mu? Asker destekli siyaset, polis destekli siyasete dönüşmedi mi?

Merak edip çıkarın bakalım: 12 Eylül hukukunun, Milli Güvenlik Konseyi ve Danışma Meclisi döneminden kalma mevzuatının ne kadarı yürürlükte? Ülkenin temel sorunları hala bu ekonomi politikasının hukuku üzerine kurulu olarak yürütülmüyor mu? Uluslararası siyaset ve hukuk, o zamandan bu zamana tüm sisteme egemen değil mi? Türkiye o zamandan bu günlere Bağımsız Sosyal Bilimcilerin deyişiyle “farklı hükümetler tek siyaset” başlığıyla gelmedi mi?

Bu arada, dava ve denetim yolunu kapatmak için 1982 Anayasası’yla getirilen geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılmasıyla ilgili olarak iki konuya da ayrıca dikkat çekmek gerekiyor:

Birincisi, geçici 15. maddenin birinci fıkrasının yalnızca Milli Güvenlik Konseyi’ni değil, ilk genel seçim sonucu TBMM toplanıncaya kadar görev yapan Danışma Meclisi’ni de “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı” cezaî, malî ve hukukî sorumluluk dışında bırakması… Bunun anlamı, bu maddenin kaldırılmasıyla MGK ile birlikte Danışma Meclisi’ne de yargılama yolunun açılması. 12 Eylül’e bütünsel bakamayan yaklaşım, darbeyi salt silahla özdeşleştirince, ağaca bakıp ormanı göremiyor.

İkincisi, geçici 15. maddenin, 12 Eylül 1980-6.12.1983 dönemi içinde çıkan “kanunlar, KHK’ler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasa’ya aykırılığı iddia edilemez” şeklindeki son fıkrasının 2001 yılı sonlarına kadar yaşayarak denetimi engellemesi… Bu fıkra, 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa’yla, yine heyecanla yürürlükten kaldırıldığı halde, heyecanıyla kaldı ve 12 Eylül başlangıç hukukunu temizlemeye yetmedi. Çünkü ne maddeyi kaldırmanın yolunu açan siyasal yönetim, ne 2002 Kasımının ikinci yarısında iktidara oturan AKP, ne de bu dönemdeki diğer yetkili organlar “temizleme” yolunu tercih etmediler, daha yerinde anlatımla, 12 Eylül politikalarından kurtulma iradesini göstermediler. Böyle bir niyetleri olmadığı gibi, aksine o politikalarla özdeşleşmeyi tercih ettiler.

Çiçero, döneminin Roma’sını gözlemleyerek önemli şeyler söylemiş, “silahların şakırdadığı yerde yasalar susar” demiş. Eğer ekonomi politik ise temel, silahların şakırdadığı yerde yasalar susmaz, konu ve içerik değiştirir. 12 Eylül’de silahlar, sermayenin iç-dış birlikteliği, emeğin ve düşüncenin baskı altına alınması için şakırdamış, hukuk ve kamu yönetimini bu amaçla yeniden şekillendirilmiştir. Siyasal İslam-neoliberalizm uyumunun yolu açılmıştır.

12 Eylül’ün silahşorları hakkında dava, “Anayasa’yı zorla değiştirmek”, “Meclisi çalıştırmamak” üzerine kuruldu. Her iki suçlamanın konusunun, bugünün iktidarının varlığını ve politikalarını dayandırdığı mirasın başlangıcı olduğu değerlendirildiğinde, yargılamanın, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” için yapılanları hem perdeleyen hem de meşrulaştıran bir işlev göreceği ortadadır. Dünyadaki merkez-çevre ilişkisinde Türkiye’nin rolü ile Türkiye’deki merkez-çevre ilişkisinde bu iktidarı destekleyen ya da yapılanları hoş görenlerin rolü aynı…

Yaşam gerçeği ise tüm sıkıntıları ve sancılarıyla “ben buradayım” diyor. 12 Eylül silahşorlarının yargılaması, 12 Eylül gerçeği ile bugün arasındaki özdeşleşmeyi görmek istemeyenlerle göstermek istemeyenlerin buluşma alanı olacak. Sömürünün, eşitsizliğin ve adaletsizliğin, maddi yaşamın varlığını yadsıyarak, yalnızca demokrasi, hukuk ve adalet yanılsamasına bağlı yaşam tarzını benimseyenlerin oyalandığı alan… Oysa acılara bulanmış gerçek, yanılsamalarla yaşanılamayacağının örnekleriyle dolu.

Dava, çekim merkezi görevini üstlenip “oyalama” işlevini sürdürürken, davalıların silahşorluğunu yaptığı ekonomi politikalar, sosyal ve kültürel uyum politikalarıyla bir arada, tüm hızıyla sürüp gidecek. Yolu açık mı? Onu “zaman ve gerçek” gösterecek.