Zincirlerimizden Başka?

KENTİN SESİ - İZMİR Yazıları

“Olaylar ve kişiler gerçek hayattan alınmıştır. “

Kötü Alışkanlıklar
Kötü alışkanlıklar kazanmanın sadece çocukluk dönemine ait olmadığını anlıyorum. Özellikle de son yıllarda cebimden tesbihi eksik etmeyişimin kökenlerini düşündüğümde. Şimdi, bu işin müsebbibi İzmir için uzun denilebilecek şehir içi otobüs yolculuklarıdır diye düşünüyorum. Belki de değil!

Çünkü kalın, ciltili ve pahalı bir kitabı arkadaşımdan ödünç aldığımda başka bir alışkanlık kendini göstermeye başladı. Mekan yine otobüs. Oturabileceğim tek yer üniformalı bir ortaokul öğencisinin yanı. Kitap da çok matah bir kitap değil, İletişim Yayınları’ndan bir Kemalizm “ansiklopedisi”. İşin aslı, Siyah Beyaz yayınlarından çıkan “Sol Kemalizme Bakıyor” kitabındaki Metin Çulhaoğlu makalesini bulamamışım, maçı idare etmeye çalışıyorum. Ama meraklıyım, koltuğa oturur oturmaz bu ikincil kaynağın sayfalarını hızla çeviriyorum.

Her şey de çok hızlı gelişti. Yanımdaki öğrencinin, elimdeki kitabın kapağını merakla görmeye çalışmasıyla benim korkutucu bir yüz ifadesiyle hızla ona dönüp hırıldamam arasında bir kaç saniye ya vardı ya da yoktu. Öğrencinin korkudan atılıp gitmesiyle, tatlı bir sohbete başlamamız arasında da çok fazla zaman geçmedi.

Böylece otobüs yolculuklarındaki bu sıkıcı zamanları geçirmenin tesbihten daha iyi bir yolunu bulduğumu anlamam da fazla zamanımı almadı.

Kısa sürede elimde bir kitap olmadan da otobüste yakaladığım her meraklı bakışı şaşırtmanın ve vakit geçirmenin bir yolunu buldum. Bazen şişirdiğim yanaklarımın ortasında içeri ve dışarı doğru hareket ettirebildiğim burnumu, bazen de bu gösteri kesmezse, yüzümden çıkarıp saplarını çapraza alarak ileri geri hareket ettirdiğim gözlüğümü kullanmaya başladım. Göz göze geldiğim meraklı yolcu dışında kimsenin tanık olmadığı bu gösteriler çoğunlukla eşine az rastlanır samimiyetteki sohbetlerle sonuçlandı.

Sirenler
Olaylar şöyle gelişti: soL portal’da yazmam teklif edildiğinde uzunca bir süre tereddüt yaşadım. Doğrusunu söylemek gerekirse bu işi benden çok daha iyi yapabilecek yazarlar olduğunu düşünüyordum ve hala da böyle düşünmeye devam ediyorum.

Yaklaşık bir yıldır her hafta Cumartesi günü “Kentin Sesi”ni yazmanın ağırlığı bu anlamını kaybetmedi benim için.

Üstelik bir yılbaşı geceyarısında çöp toplayıcılarının sokak aralarındaki hırıltılı sesleri ile bir çorbacıdaki kanlı bir kavganın ortasına giren ambulans sesleri birbirine karışıyorsa, Cumhuriyet Meydanı’ndaki havai fişek patlamaları az önce meydandaki sahnede kimseyi harekete geçiremeyen ama dünyadaki bir çok şehirde insanları çılgına çevirebilecek kadar büyüleyici tınısıyla bir Latin grubunun bakır üfleme sazlarının ve vurma çalgıların seslerine karışıyorsa, aklın Ankara’daki TEKEL işçilerinin “yılbaşı kutlamasında”, ellerin ne bir alkışa ne de bir dansa uzanmıyorsa, “Kentin Sesi”ni yazmak da zorlaşıyor.

İşi daha da zorlaştıran TEKEL işçileridir.

Memlekete dair şikayet etmenin meşruiyetini onlar yok etti. Şimdi yazmak daha zor. Şimdi yazmak daha gerçek olsa da.

TEKEL işçileri geçen gün İzmir’de vapur işgal ettiler.

O gün, o saatte vapur sirenlerini duyamayışımızın zaten bir nedeni olmalıydı.

Kulak Misafirliği
Yıl 1963, Hocaefendi, Fetullah Gülen, Komünizmle Mücadele Derneği’nin kuruluşunda yer alır.

60’lı yıllar İzmir’de Kestane Pazar’ında, Hisar Camii’nde ve Ege bölgesinde vaazlar verdiği yıllardır.

Hocaefendi’nin vaazlarına benim “kulak misafirliğim” ancak 1980’lerde mümkün oldu. Komünist olduğu için Bornova Anadolu Lisesi’nden sürülen babam beni Hocaefendi’nin bir kolejine yazdırdı.

Hapishane kapılı koca okulda yatılı olmayan ve Ramazan’da oruç tutmayan 3 öğrenciydik.

Tekvando kurslarından bu yüzden yararlanamadık.

Yaramazlık yapmanın cezasını da orada öğrendim: Eve vardığımda farkettim, bir çift utangaç ve kırmızı kulak, kafatasına bağlandığı yerden yarılmış ve kanıyordu.

Şükür ki kopmamışlardı.

Gözlükler
Buca Cezaevi’nin önü neredeyse her saat kalabalık. Önünden her geçişte içerde olmayı düşünmemek mümkün değil.

Geçenlerde kalabalık yüzünden mahkumların nöbetleşe uyumak zorunda olduklarını öğrendim.

O gece, fırsat olsa Savaş Abi’nin yerine yatmak düşüncesinden rüyamda vazgeçtim.

Gündüz gözüyle vazgeçemem!

NATO protestosu için kalkanlara karşı öğrencilerle kolkola girmişiz, eylemdekileri koruyacağız.

Omuzbaşımdaki öğrenci uyarıyor: “gözüklerini cebine koymalısın!”

Bilmiyor, gözlüklerim olmadan kafamıza inecek copları bile göremem.

Bilmiyorum, gözlüklerimle copları görsem ne yazar!

70 yaşında bir komünist polis barikatının en önünde, polise “mukavemet etmekte”, coplardan göz gözü görmemekte.

Zincirler
Şair dostları örgütlemekten vazgeçeli çok oldu.

Bu bir eleştiri değil, özeleştiri: 5 biradan sonrasını da kredi kartı borçları yüzünden bir eyleme katılamayacağını ilan eden şairi de bünyem kaldırmıyor.

Barlarda müzik yapmasını biliyorum ama şiir dinlemesini değil.

“Tiyatrocuları” sevmiyorum, hesabı ödeyecekmiş gibi elini cebine atıp çıkarmayan Rutkay Aziz’i gördüğümden beri. 20’li yaşlarda, Ankara’da Mülkiyeliler Birliği Lokali’nde buna inanmamak mümkün değil!

Gültepe mahallesindeki resim derslerini geçiştirmeye çalışan “ressamı” tanıdığımdan beri, ressamları da sevmez oldum. O şimdi bir sponsor işadamı arıyor kendi tablolarına.

Ne dinleyicilere tapan müzisyenlere, ne de kasada el oğuşturan “hami”lere dayanamıyorum, barlarda müzik yapamıyorum.

Bir elektrik mühendisi her gün küfrediyor işini geciktiren AKP’li büroktrata, bir elektrik mühendisi olmak istiyorum, çok geç!

Güzel sanatlar müdürü sinema profesörü kasaya oturmuş, müzikoloji profesörü pazarlamada, üniversitede olmadığıma dua ediyorum!

Bir elektrik mühendisi f-tipi cezaevi hücrelerine karşı açıklama yaparken, hücrelerin aydınlatma sistemini tasarlıyor, malzeme satıyor, iyi ki elektrik mühendisi değilim diyorum!

Başka?
Komünist Parti Manifestosu’nun son cümlesi “zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok” diyordu, 1848’de.

Tamam, kredi kartları yoktu ama şairler, ressamlar, müzisyenler, profesörler, mühendisler de mi yoktu 1848’de?

Kafalarını korkusuzca sopalara, tüfek namlularına ve keskin kılıçlara uzatan…

Hangi yasa, yönetmelik ve pazarlığa sırtlarını yaslamışlardı?

2001 yılında İzmir’de TKP tabelası da böyle asılmamıştı.

2010 yılında da TEKEL işçilerine yol gösteren şey bunlar değildir. Bu meşruiyeti, bağlı oldukları zincirlerin seslerinden duyamayan şairlere, ressamlara, müzisyenlere, mühendislere ve profesörlere duyurulur!

Keşke mümkün olsaydı da bugün İzmir’deki herkes Buca’da buluşup hareketsiz şöyle bir etrafı dinleseydi. Zincirlerden olmasa da zincirlerin seslerinden kurtulmuş olurlardı.

Kış ortasında ısıtan bir güneşin kuruttuğu yaprak ve çimenlerin, aydınlık bir gökyüzünde süzülen bulutların ve kuşların, pipoda ağır ağır yanan tütünün sesinden başka bir şey duyulmaz olurdu yani yasalar, yönetmelikler ve pazarlıklar, yani zincir şakırtıları yerine!