Radyo Günleri: 'Tarih, Gerçeklik ve Akıl Üzerine'*

Arkası Yarın:
“Dünyalar Savaşı” 1. ve Son Bölüm

Yazan: Oscar Schusgeill, Çeviren: Saadet Gül, Uygulayan: Şahin Göksel, Yöneten: Erkin Ortak, Rol Alan Sanatçılar: 1. Subay – Humphrey Bogart, 2. Subay – Montgomery Clift, ‘Zenci’ Nöbetçi – Denzel Washington, Efektör: Korkmaz Çakar, Anlatan: Edip Hunhar

Geçen Bölümün Özeti: Karargahta gece nöbetinde bilgisayar çökmüştür, 2. Subay sabah nöbetini üniversitedeyken bir heavy-metal grubunun solisti olan ‘silah arkadaşı’ 1. Subaydan devralır. Birkaç sınır nöbetçisinin boğazlarının kesilmesi dışında gece nöbeti sakin geçmiştir. 2. Subay jiple devriyeye çıkmak üzeredir.

1. Subay - Ana bellek bozuldu, onarılması zaman alacak.
2. Subay - Yani şimdi uzayda ve zamanda galaksiler arası bir bilinmezliğe doğru mu
ilerliyoruz ?
1. Subay – Evet. Yatmaya gidiyorum, gelişmeler hakkında bilgi alırım sonra.
2. Subay - (nöbetçi ere dönerek) Modülleri hazırlayın, ana gemiden ayrılıyoruz.
‘Zenci’ Nöbetçi – (şaşırarak) Benim bir suçum yok komutanım, ben sadece
nöbetçiyim.

Birkaç ay sonra iki arkadaşın görev yerleri değişti. 1.Subay’ı dağa gönderdiler, 2.Subay’ı da ilk önce ‘kozmik oda’ nöbetçisini haftalarca gözleme olanağını bulduğu ana karargaha, ardından da kent merkezine bir caz grubu kurmaya. ‘Uzay Yolu’ macerası da böylece iki arkadaş için de tamamen sona ermiş oldu. 2.Subay’ın ise ‘Kazablanka’ yada ‘İnsanlar Yaşadıkça’ günleri başladı. Buraya geldiği ilk zamanlar ‘trompetinle burada çalsan çalsan ancak hücum borusu çalarsın’ demişlerdi, şimdi ise her gece bossanova çalıyordu kurduğu grupla: How Insensitive, Desafinado, Girl from Ipanema… Yaz aylarında, Rio de Janerio’dan çok da farklı değildi kent. Sadece deniz yoktu, diğer yandan gecenin karanlığında uçsuz bucaksız ovaların da denizden bir farkı yoktu üstelik 2. Subay trompeti üflemeye başladığında tepelerdeki karakolların zayıf ışıkları, ona tatlı bir rüzgarın esintisiyle limanda salınan gemilerin lambalarından farksız görünüyordu, biraz alkol aldıktan sonra aslında salınan şeyin kendi bedeni olduğunu domuz gibi bilse de.

2. Subay - Belirli bir tarihin içinde mi yaşıyorduk yoksa tarih ve gerçeklik duygusunu, bilincini yitireli hatırlayamayacağımız kadar çok mu olmuştu? Ya da çöken ana bellekle birlikte aklımızı da mı yitirmiştik? Uzayda kaybolmak, zamanda da kaybolmak değil midir? Tarih yok, gerçeklik yok, akıl yok…kendi hayatlarımız yok.

Yarın: “Dünyalar Savaşı” 1. ve Son Bölüm

“Çocuklar”la Başbaşa:
‘Bu programda, temel sorusu ‘Ben Kimim’ olan çocuğun, fiziksel ve duygusal gelişimini sürdürürken, toplumsal ilişkileri anlama ailesini, yakın çevresini, okulunu, ülkesini ve dünyayı tanıma sürecinde, çocuğun bakış açısı çocuğun gözüyle değerlendirmeler ve onun gelişimine ve eğitimine yardımcı olabilecek çeşitli konular yine çeşitli deneylerle birlikte ele alınıyor.’

1. Deney: İstediğiniz bir müzik albümünün zor bulunduğu yıllarda, eğer metal tarzı müzik dinliyorsanız, “plakçılarda” kasete kayıt yaptırırdınız. Caz ya da klasik Batı müziği içinse evde radyodan kayıt yapma olanağı vardı. Geri kalan müziklere ulaşmak bir yana asıl ulaşmamak için özel bir çaba göstermek gerekirdi, bugün de olduğu gibi.

Bu radyo kayıtları birgün acı bir gerçeği gösteren doğal bir deney ortamı oluşturdu. Radyodan yapılan kaset kaydı bazen müzik programı sonuna denk gelen haberleri de kaydeder ve bu kaydı aylar ya da yıllar sonra dinlerken her seferinde eski haberleri de dinlemiş olursunuz, bazen de bunun bir kayıt olduğunu bilmeyen, radyo dinlediğini düşünen arkadaşlarla birlikte.

Bu kayıtlarda Ali Sönmez’in cazın babalarını çaldığı ya da Fırat Kutluk’un “yeni müziğin” babalarını tanıttığı programın hemen ardından İsrail, NATO, ABD habire bir yerleri bombalar, Coltrane’in ya da Usaçevski’nin ardından isimsiz şehitlerin, öldürülen teröristlerin, askerlerin, mücahitlerin, direnişçilerin çetelesi geçer. Kosova, Saray Bosna, Filistin, Beyrut, Kabil, Bağdat, Kerkük, Kuveyt, Tel Aviv. 1992, 1995, 2000, 1991, 2003, 1987, Mayıs, Ocak, Haziran, Cumartesi, Çarşamba, Pazartesi. Acı olan müzik ve savaşın içiçeliği değil ama kasetin makarası döndükçe hiçbir bombalama, ölüm, coğrafya ya da rakamın dinleyenleri şaşırtmamasıdır. Yıllar ya da aylar öncesinin olayları bugünün haberleriymiş gibi dinlenilir, sanki hava durumunu dinler gibi savaşlar, coğrafyalar, rakamlar “tarih dışıdır”: yağışlar, bulutlar, Roma, Paris, Ankara, Aşkaabat, 19, 20, 6 derece…

Sanki savaş ve çatışma haberlerinin dikkat çekmesi için aynı ülkede yaşıyor olmak bile yetersiz kalıyor gibi, bunun için mutlaka o şehirde olmak gerekiyor gibi, aynı hava durumu haberleri gibi yağışlar kente uzaksa “şemsiye” taşınmaz.

2. Deney: Yıllar sonra “eski denek” arkadaşlarla birlikte bu kez bir savaşın içinde dinledik radyodan haberleri, bazen ölümlerin bile haber değerinin olmadığı bir savaşın içinde, başka bir deneyin içinde. Barut ve yanık kokusu sinmiş üstümüze, silahlarımızı yatağa dayayıp bir yaz sabahı uykuya hazırlanırken Torelli’nin trompet konçertosu çalar haberlerin ardından. Ya da sessiz bir gece kısılır radyo kademe kademe, bir baskına karşı, en sonunda kapatılır. Miles Davis’in “borusu ötmez” o gecelerde.

Sünnet törenlerinin ve ölümlerin topluca “kutlandığı” yerde, her “kesim” bir “kasabın” işidir. Çocuklar arazide dağılarak uzaklaşır, beyaz entarilerinin önünde küçük kırmızı lekeler, ağlarlar toprak çatıların üstleri nişancılar, köyün girişi tanklarla “süslüdür”, namlularına bayraklar gerilmiş. Sadece çocuklar teselli eder birbirlerini. Ya da indirirler “çocukları” bir çatışmanın içine ve bir çatışmanın içinde “indirirler” “çocukları”. Sadece “çocuklar” teselli eder birbirlerini. Ya lekesiz bembeyaz “entariler”le dağılırlar arazide ya da hastaneye dönerler, helikopterlerin içindeki kan ancak hortumla yıkanır. Ne akşam balkondan yemeğe çağıracak anne vardır, ne de merdivenleri çıkan babanın anahtarlarının şıngırtısı. Sadece çocuklar teselli eder birbirlerini, konvoyların uğultusunda, susmak bilmeyen ambulans sirenleri ve jet motorlarının gürültüsünde.

Haberin içinde olunca yine anlamsızdır radyo haberlerini dinlemek “leşlerin” içindeyken ölümlerden bahseder haberler, ölen arkadaşların ya da öldürdüğün düşmanlar sadece birer rakamdır: Atina gündüz 35, akşam 25 derece ne farkeder? Ama ikinci deneyde bu kez arkadaşlar uzaktaki kulakların haberleri nasıl dinlediğini hatırlar ve anlar, bu da birinci deneyin sonucudur.

Şimdiki “Aklım” Olsaydı:

Postmodern zamanların ayırt edici iki temel belirtisi vardır: tarih ve gerçeklik duygusunun yitirilmesi. Doğru. 1970’ler aynı zamanda kitlelerin tarih içinde giderek etkinliklerini yitirdiği bir dönemin başlangıcını işaret eder. Tarih ve gerçeklik duygusunun ya da bilincinin olmadığı yerde aklı aramak da boşunadır. Postmodernist önermelerin ya da liberalizmin “neo” olarak tezahürünün bu döneme denk gelmesi bir rastlantı sayılmamalıdır. Liberaller de sağlı sollu can simidi gibi sarılmışlardır bu önermelere.

Sanat eserleri, yeterince dalga geçilen Yeşilçam’dan daha saçma ve anlamsızdır. Eski filmlerde gülünen şey aslında Yeşilçam’ın naif güzellikleridir, saçmalıklarının bile nedensel bir açıklaması vardır. Ama Hollywood, her perde açılışında gözlerimizin içine baka baka “aklımıza” tükürür, pastiş yoluyla. Parodi taklit yoluyla gizli bir eleştiri, komiklik ve kahkaha anlamına gelirken, pastiş parodideki taklitin tüm anlamlarını yitirdiği boş, anlamsız bir şeydir. Meşhur “öznenin ölümü” sözü, bireysel uslupların yokolmasıdır aynı zamanda, pastiş de ölü uslupların eklektik taklididir. Yapay geçmişlerin, tarihlerin yaratıldığı, birbirine eklendiği bir “uslup”tur.

İnsanlığın yeniden büyük acılar yaşadığı bu dönemin birbirini besleyen diğer “entelektüel” alanları da kitlelerin bıraktığı boşluğu doldurur. Kültürel çalışmalarda acı çeken bedenlerin yerini haz duyan bedenler alır. Bilim felsefesinin en popüler ve etkili ismi Feyerabend’in 1987’de basılan kitabının adı “Akla Veda”dır. Dönemin başka bir popüler entellektüeli Baudrillard 1989’da basılan “Simulark ve Similasyon” kitabında aslında gerçekliğin simulasyonunu yaşadığımızı iddia eder, bir bilgisayar oyunundaki gibi, ya da daha güncel bir örnekte, Matrix filminde olduğu gibi. Siyaset bilimci Fukuyama da “Tarihin Sonu”nu 1992’de yayınlar. Marksizmin ölümünün ilan edildiği Lyotard’ın “Postmodern Durum: Bilgi üzerine bir Rapor”u ise ironik bir biçimde “aklın, gerçekliğin ve tarihin sonundan” önce 1979’da yayınlanır, sanki aklı, gerçekliği ve tarihi marksizmin temsil ettiğini “gizliden gizliye” biliyorlarmış gibi. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması hem onları bir “hayalet”in gölgesiyle uğraşmaktan hem de ağızlarındaki baklalardan kurtarır önce Baudrillard aslında Körfez Savaşı diye bir savaşın olmadığını öne sürer, ardından da Fukuyama “tarihin sonu”nu ilan eder. “Başımıza” gelenler açıkça Lenin’in emperyalizm kavramıyla açıkladıklarından başka bir şey değildir: Akla Saldırı !

“Dünyalar Savaşı”nda çöken ana bellek belki marksizme, belki de Sovyetler Birliği’ne karşılık geliyordur, ama kesin olan şey çöküşün, kitlelerin tüm coğrafyalarda siyaseten geri çekilişine denk geldiğidir, tarih, gerçeklik ve akılla birlikte. Engels “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü” yazısında dikleşmeye başlayan bedenle birlikte ellerin serbest kalışını böylece beynin, dilin gelişimini ve insanların hayvan sürülerinden toplumsal bir yaşama geçişini de açıklar. İnsan ancak bilinçli etkinliği içinde insan olur, tarihi ve gerçekliği kavrar, bir akla, tarihe ve gerçekliğe sahip olur.

...

“Tarih” geri gelinceye kadar ise 1. Subay, 2. Subay ve ‘Zenci’ Nöbetçi’nin galaksiler ve filmler arası yolculuğu ve diyalogları belirsiz bir frekansta ve her seferinde başa dönerek yeniden ve yeniden tekrarlanarak “uzay boşluğunda” dolaşıp duracak, radyodan bir dinleyen olsa da olmasa da…

*Sanat Cephesi dergisinin Ağustos 2006 sayısında yayınlanan yazımın kısaltılmış halidir.