Hangi Şehir ?

KENTİN SESİ - İZMİR Yazıları

Şehir içi uzun otobüs yolculuklarında kendi kendime oyunlar oynuyorum.

Yaşlı güzel bir kadını on yaş gençleştiriyorum. Becerebilirsem bir on yaş daha. Giderek bakışlarında bilgelik ve umutsuzluk azalıyor, merak ve acemilik artıyor. Küçük bir çocuğu bir türlü büyütemiyorum.

Bazen de bir öğrenciyi bir işçiye, bir öğretmeni bir mühendise dönüştürüyorum. Sonra hiç olmadı, en kolayı, etrafta kim varsa bir işsize çeviriyorum... Sadece elbiseler değil, kendi “nesneleri” ile kurdukları ilişkilere göre eller, parmaklar, yüz ifadeleri, elmacık kemikleri, ağız çizgisi ve bedenler de her duruma özgü, hafifçe dönüşüyor. Sadece, bir “gün”den topluca dönen kadınları başka hiç bir şeye dönüştüremiyorum.

Sonra dönüp dolaşıp hep bu soruya takılıyorum: Aynı şehirde mi yaşıyoruz?

***

Yıllar sonra geri döndüğümde, gözüm bu şehirde denizden başka bir şeyi görmez olmuştu. Ayrı düşmesem belki ben de denize bakmadan günler, aylar, yıllar geçirirdim.

Adım atar atmaz, bu şehir, daha doğrusu bu deniz, tüm bedeni sarar, hangi mevsim olursa olsun, denizin içinde geçirilen sıcak bir yaz öğlesini hatırlatır ve ılık bir ruh hali salgın bir hastalık gibi bulaşır.

Ama bu şehirde de her şeyin bir saati vardır. Henüz uyanmamış gözlerin işe doğru seğirtmesinin. Çatıların üzerinden bir Buenos Aires uçağının gürültüyle geçmesinin ya da “sapasağlam”, bir kanser tedavisine usulca gidişin.

Bu şehirde de zaman, bazen tahta çomağa dolanan rengarenk bir macun gibi uzadıkça uzar, sanki zemin katta bir yanınız ameliyathane bir yanınız morg gibi. Ya da bir yanınız mesai başlangıcı, diğer yanınız mesai sonu.

Zamanla saçların denizden gelen esintiyle değil de hızla geçen zamanla böyle dalgalandığı anlaşılır.

Böylece her güne taze sıkılmış bir portakal suyu ile mi yoksa akşamdan kalma bir çay ile mi başlanmış farketmez.

Burada da günler yaşlı bir adamın hep aynı hikayeleri hep aynı sırayla anlatması gibi geçip gider. Dinleyeni olmayan ama her seferinde yeni bir umutla başlanan hikayeler.

***

Balçova’da tenis kulübündeki sahte ve mutsuz bir doğum günü partisi ya da Alsancak’ta bir diskodaki “eski günlerin” ruhunu çağıran bir dans partisi her seferinde aynı hayal kırıklığı ile sona erer.

Gültepe’de her gece, sonunda bira şişelerinin kırıldığı “Şahin Tepesi”nde, neşeli ya da öfkeli seslerin, şarkıların şehrin üzerinde ağır ağır sönüp gidişiyle sona erer.

Basmane’de de bir grup çocukluk arkadaşı, genç işçiyi avutan tanıdık bir konsomatris masaları dolaşır ve bir Ahmet Kaya parçası her gece çalınır, dumanlı rengarenk ışıklar altında, beşinci sınıf bir “pub”da.

Kordon! Yaz gecelerinin şenlik yeri. Aynı şehirde yaşıyorlarmış gibi yaz geceleri herkes orada buluşur. Sahil boyunca dizilmiş “seçkin” ya da “ucuz” barlar, pastahaneler ve kahvehaneler, restoranlar ve büfeler. Deniz ile aralarında bir kaç futbol sahası büyüklüğünde çimenlik bir alan.

Sınıfını bilenlerin yeri her şeyin self-servis olduğu bu çimenlik alan oturmak, yürümek ve bisiklete binmek. Bira, çay, ay çekirdeği, şarap ve ay… Bir ağacın altında öpüşmek ve sokak çalgıcılarından müzik dinlemek ya da dans eden travestileri izlemek. Her şey ama her şey self-servis!

Deniz nasılsa hep orada, bakılmasa da olur. Bakılmayan bu deniz aynı deniz mi emin değilim.

***

Aynı şehirde mi yaşıyoruz emin değilim ama sınıflar gibi şehirler de birbirine benziyor olmalı. Yoksa Kavafis’in şiiri çoktan unutulmuş olurdu:

Şehir

“Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim”, dedin
“bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.”

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
(çev. C. Çapan)