Şu olup bitmeyenler

Ahmet Say'ın “Şu olup bitmeyenler” başlıklı yazısı 07 Haziran 2013 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

İki haftada bir yazılan köşe yazılarıyla güncel olayları izlemek olanaklı değil. Bu benim canımı sıkıyor. Yarın, gelişecek olayları bilmeden, “tahmin üzere” bugünden yazı yazılamayacağına, 15 gün öncesinden ise hiç yazılamayacağına göre, ne yapmalı? Olayları görmezlikten mi geleceğiz? Susup bekleyecek miyiz? Değerli okurlarım, gerçeklerden kaçan pasifist bir tutum, hayatı yok saymak demektir. Biz bu tutumun insanları olamayız.

Yurdun çeşitli kentlerine yayılan direnişin nasıl başladığını hep biliyoruz: Kararlı ve yiğit bir çevreci kesimin İstanbul’daki Taksim “Gezi Parkı”nda uygulanan ağaç katliamını önlemek amacıyla orada gece gündüz nöbet tutmasını, yukarıdan emir alan İstanbul polisi sindirememiş, çevrecileri bir gece yarısı baskınında gösterdiği şiddetle cevaplayınca iş çığırından çıkmıştır. Polisin bu davranışı, kamu vicdanında müthiş bir tepki doğurmuş olmalı ki, ertesi sabah geniş kitleleri Taksim’e sürüklemiş, bununla da kalmayarak Türkiye ölçeğinde milyonlarca insanımız meydanlara dökülmüştür.

Kamuoyu vicdanını zedeleyen başka bir temel öğe ise birkaç gazete dışında hemen bütün gazetelerin ve televizyon kanallarının vurdumduymazlığıydı. Onların olayları saklayan “yandaş” tutumu, halkı daha da çileden çıkardı. Kimi “ciddî” sayılan televizyon kanallarında polis şiddetinin katlandığı saatlerde, yemek tarifi, tırnak bakımı programları falan oynatılması, nefretle karşılandı.

Şu gerçeği de belirtelim: Polis şiddetini yansıtma konusunda, BBC, CNN gibi emperyalist ülkelerin televizyon kanalları bile, bizim “ciddi kanal”lardan daha dürüst davrandı hiç olmazsa olan biteni gösterdiler. Böylece bir gerçek daha ortaya çıktı: Burjuva demokrasisi açısından, “yurtdışı kanallar” ile “bizim görsel basın” arasındaki uçurum vurgulanmış oldu: Biz kim, demokrasi kim? Sormaya kalmadan, “Beyaz Saray”dan Tayip Erdoğan’a İTİDAL tavsiyesi geldi. Derken Madonna da “Göstericilerin insan hakları ve özgürlük mücadelesi”ni desteklediğini açıkladı. (Ben zaten hep Madonna’dan yana olmuşumdur. Boşuna mı?)

Sınıfsal analizlere girişmeye gerek görmüyorum. Bizde ileri adımların öncüsü de, gövdesi de hep küçük burjuva aydınlar olmuştur: Osmanlı’dan kurtulma yolunda, cumhuriyetin kuruluş dönemindeki aydınlanma çabalarında ve 27 Mayıs 1960’ta, asker ve sivil olarak küçük burjuva aydınlar…
Bir söz vardır, yeri geldi, yineliyorum: “Türkiye’yi siyasetçiler batırmış, aydınlar kurtarmıştır.”

Peki, bu direnişin içinde işçi sınıfından hiç mi yurttaşımız yoktu? Varsa da bu oran oldukça düşüktü. Öte yandan, Ankara’da, Bilkent ve Başkent üniversiteleri gibi okulların öğrencilerinden oluşan grupların militan kesildiği, onların sabahlara kadar Türk Polisi’ni illet ettiği görüldü.
Bence sözü CHP’ye falan getirmeye gerek yok. Sınıfsal tahlile girişmek, bu kadar açık bir tablo karşısında ukalâlık olur. Bence sınıfsal açıdan bakılıyorsa şaşmaz gösterge, sloganlardır:

Televizyonda gördüm: Ellerindeki bira kutularını yukarı kaldırıp birlikte slogan atıyorlardı:

“Şerefe Tayyip, şerefe!”
“Zıplamayan AKP’li olsun!”
“Hadi gazla beni, gazla!”

Bir gazetede gördüğüm fotoğraf ise şöyleydi: Genç kızın biri, iki ucundan tuttuğu karton afişi gösteriyordu. Şunlar yazılıydı afişte:

Ne giyeceğimden
Ne içeceğimden
Kaç çocuk doğuracağımdan
Neye inanacağımdan
Ağacımdan, dalımdan
SANA NE BE ADAM!