Sınır tanımayan yetenekler

Ahmet Say'ın “Sınır tanımayan yetenekler” başlıklı yazısı 26 Nisan 2013 Cuma tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

İngilizce “talent unlimited” (sınırsız yetenek) deniyor onlara. Topluluğun adı da buradan geliyor: “Talent Unlimited Ensemble”. Bu niteleme, anlam açısından pek doğru gelmedi bana: Yaratma eylemi içinde olan sanatçı, zaten sınır tanımaz.

Her neyse, bu yazımda size, üstün yetenekli beş gencimizden oluşan oda müziği topluluğunun Ankara’daki Bilkent Konser Salonu’nda verdiği konser üzerine düşüncelerimi özetleyeceğim.

“Talent Unlimited”, müzik eğitimini İngiltere’de sürdüren her ulustan üstün yetenekli, ama maddi olanakları sınırlı olan gençlere destek olmayı amaçlayan bir İngiliz sivil toplum kuruluşu. İngiltere’de müzik öğrenimini yapan beş gencimiz de bu kuruluşun desteğiyle düzeyli bir “piyanolu kentet” kurmuşlar ve konserleri çerçevesinde Ankara’ya da gelmişler. İşte onları bu fırsatla dinledim. Aslında, topluluğun piyanisti AyşeDeniz Gökçin’i üstün yeteneğiyle çocukluğundan bu yana, başarılarıyla tanırım. Cansın Kara ise geçen yaz beni ziyarete gelmişti ve 17 yaşındaki bu delikanlıyı özgüven sahibi olgun bir viyolonsel sanatçısı olarak belledim. Kentette yer alan iki olağanüstü kemancı olan Emre Engin ve Mevlan Mecid’in sanatını dinlerken büyük gurur duydum. Viyola sanatçısı Nazlı Erdoğan ise büyük yeteneğini göstererek topluluğa çalgısının o güzelim “alto” sesiyle can katıyordu.

Ara vermeden bir saati aşan konser programı, Fazıl’ın viyolonsel ve piyano için bestelediği “Sonat”la başladı, Rahmaninov’un “Hüzünlü” anlamına gelen “Elegie” başlıklı bir çeşit “mersiye” olan “keman, viyolonsel ve piyano için” 1 numaralı Trio’suyla sürdü ve Dvorak’ın op.81 la majör 2 numaralı piyanolu kenteti ile sona erdi.

Açık söyleyeyim, oda müziğinin damıtılmış tadını böylesine alamamıştım yıllardır. İlle de karşılaştırma yapmak gerekecek olsa, Uluslararası Ankara Müzik Festivali’nde yıllardan beri bu düzeyde bir müzik dinlemediğimi söyleyebilirim. Bizim genç sanatçılarımızın her biri, çalgısının ustası kimliğiyle bir “oda müziği topluluğu”nun olmazsa olmazı sayılan müzikal kafadarlığı temsil ediyordu. “Müzikal kafadarlık”, derinlikli bir müzik için birlik bütünlüğe katkıda bulunmak anlamına gelir. Eğer toplulukta yer alan sanatçılardan biri, ötekileri kollamak yerine, kendini göstermek için örneğin ses gürlüğünü abartılı bir biçimde verecek olsa, müzik orada güme gitti demektir. Çünkü burada iyi müzik yapmanın önkoşulu, insancıl niteliklerden biri olan “ortaklaşa eylem”dir. Bu ortak eylemde, çocukluğumuzda öğrendiğimiz gibi, “Ben, sen, o yok biz siz, onlar varız!” ilkesi geçerlidir (nerede o günler?). Oda müziği için ona “kolektif yaratıcılık” demek yerinde olur.

“İnsancıl nitelik”ten söz açtığımıza göre, gelin size “kolektivizm”in sözlüklerde yer alan karşılığını belirteyim:

Kolektivizm, üretim araçlarının özel kişilerin malı değil, kamunun malı olmasını öngören ve toplum içinde her türlü eylemde ortak davranışı savunan öğretinin adıdır. Eşanlamlısı “Ortaklaşacılık”.

Yanlış anlaşılmasın, ben burada oda müziğini tanımlamak derdindeyim, valla billa komünizm propagandası yapmıyorum! Kemancılarımız Emre Engin ve Mevlan Mecid, viyolacımız Nazlı Erdoğan, viyolonselcimiz Cansın Kara ve piyanistimiz AyşeDeniz Gökçin, ortak kavrayış yoluyla üretilen müziğin ne denli arılaştırılmış derin bir müzik olduğunu kanıtladılar, bu gerçeği dile getiriyorum. Onları şöyle kutlamalı:
Yaşasın kolektivizm!