Bizde müzik eleştirisi

Eleştiri söz konusu olduğunda, aklıma hep şu özdeyiş gelir: “Heykeli dikilmiş eleştirmen yoktur!”

Neden yoktur? Aslında biz değerbilir bir halkız Brezilyalı futbolcuların bile heykelini dikeriz. Ama şu da gerçektir ki, biz “eleştiri” kavramından pek hazzetmeyiz.

Oysa eleştiri, uygarlık düzeyini gösteren ölçütlerdendir. Tarihin geri, sınıflı toplumlarında eleştiri yoktur: İlkçağda bir köle ya da Ortaçağ’da bir serf, efendisini açık açık eleştirebilmiş midir? Türkiye’de ağasını eleştiren bir maraba çıkmış mıdır? Ya da bir yurttaşımız, bir başbakanı yüzüne karşı eleştirmeye kalkışırsa n’olur? Anasını alıp gider…

Demek oluyor ki eleştiri, ancak aydınlanmış toplumlarda, başka deyişle burjuva demokrasisinin yürürlükte bulunduğu toplumlarda işlerlik kazanabilmiştir. Sosyalist düşüncede ise eleştiri ve özeleştiri, yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda insani bir görev sayılan nesnel bir değerlendirme/yargılama yöntemi olarak gerçek kimliğine kavuşmuştur.

Avrupa’da 19. yüzyılın burjuva eleştirisine göre, “Güzel çiçekler yetiştirmek isteyen bir bahçıvan, önce bahçedeki ayrık otlarını ayıklamalıdır”. Bu cümlede geçen “ayrık otları” ile feodal sistemin kalıntıları kastedilmiştir.

Yukarıdaki eleştiri kavrayışı, ilk bakışta doğru gözükebilir. Oysa Türkiye gibi, aydınlanma hareketinin henüz başlarındayken toplumsal/kültürel gelişimin önü kesilen aydınlanmamış bir ülke için, bu örnek geçerli değildir. Çünkü yurdumuzda ayrık otları zaten bütün bahçeyi sarmış, bunların ayıklanması ise yasaklanmıştır. Günümüz yurttaşı, eğer kurulu düzenin çarkları arasında ezilen, ayrıca yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, huzursuzluğun, şiddetin, kaygının, korkunun ve akıl dışı dogmaların kurbanı durumuna düşürülmüş “çaresiz insan” ise burada “sağlıklı, güzel çiçekler”den söz açmak, gerçekleri göz ardı etme sahtekârlığı olur. Müziğe gelince… Acılar içinde kıvranan insanların düştüğü denizde sarılabileceği müzik türü, ancak ilkel toplumlarda görülebilecek basitlikte, gelenek dışı bir sözlü müzik olabilir. Bu ipsiz sapsız sözlü müzik, gerek ezgi yoksulluğu gerek ritmik hareket kısırlığı ve seslendirme/çalgılama açısından zavallı olduğu kadar, güftelerinin düzeysizliğiyle de insanların duygularını sömürme amacına yönelmiş aldatıcı, kalleş bir müziktir.

Bizde müzik eleştirmeni, söz konusu gerçeklik karşısında “aydın” kimliğiyle uzun yıllardan beri bir yol ayrımında bulunuyor: Birinci yol, gerçekliği görmezlikten gelip sahte bir gülümsemeyle “Güzel çiçekler”i anlatarak uyutmaya giden yoldur. İkincisi ise düzenin getirdiği bu yürekler acısı görünümü maskeleyen kalleş müzik çeşidine dikkat çekerek bahçeyi ayrık otlarından temizlemeye götüren yoldur. Bu ikinci yolda ilerleyenlerin yalnızca tek tutamağı vardır: Halk müziği geleneğimiz.

Eğer ezilen sınıf ve tabakalara seslenirken halk müziğimize yeniden can katacak etkin kitlesel yöntemler kullanılırsa dağlar aşılabilir. İşte, “Aydın” dediğimiz çevrelerin içtenliği de bu yolda vereceği destekle belirlenecektir.

Türkiye’nin balçığa saplanmış bulunan “müzik sorunu”, orkestra konserleri ve opera temsillerine hayran kaldığını yazıp duran müzik yazarlarıyla çözülemez. Tek çıkar yol, halk müziğimize yeniden soluk kazandırmak üzere halkla bütünleşmeyi amaçlayan yeni uygulamalara yönelmektir.
Neymiş bu “yeni uygulamalar”?

Müzik eleştirmenlerine sorun, onlar müzikle ilgili her şeyi benden iyi bilirler…