Zekâ üzerine konuşmak zekâ gerektirir mi?

Herkesin bildiği gibi Türkiye sıkıntılı bir dönemden geçiyor ve insanlar her anlamda soluk almak için bir kurtuluş noktası arıyor. Bu arayışlar zaman zaman dostlukları da bozuyor, düzgün ilişkileri de, sokakta yürüyüşü, otobüse binişi, bakkaldan alışverişi de...

Herşeyin içine bir katran gibi bulaşmış siyasetten biraz uzaklaşabilmek, çekişmelerden, Türkiye’nin nereye doğru gittiğini düşünmekten bir parça uzaklaşabilecek noktalar arıyor insanlar.

Yok mu? Elbette var, ama beyninizin ne kadarını boşaltıp da gidebilirsiniz, o kuşkulu. Hani bir kentten kaçarsınız da sorunlarınızı da birlikte götürdüğünüz için gittiğiniz kent de ceheneme döner, onun gibi, nereye sığınırsanız sığının yaşanan vahşetler, çirkinlikler hatta katliamlar beyninize kurulmuş bir salıncakta sallanır durur.

24 Aralık Cumartesi günü, ODTÜ’nün Kültür ve Kongre Merkesi’nde Türkiye Zekâ Vakfı’nın düzenlediği III. Zekâ ve Yetenek Kongresi’nde “Zekâ Einstein midir Mozart mı?” konulu bir konuşmam var. Sevgili dostum Emrehan Halıcı’nın davetiyle katılacağım kongreye konuşmacı olarak ve bir yığın pırıl pırıl zekâ karşısında konuşmaya çalışacağım.

Böyle bir etkinliğe, 1984 yılında, ilk kitabım Gerçeklik ve Roman çıktıktan sonra, İngiliz Kültür Derneği’nde çıkmıştım. Sonraları defalarca bu tür konferans, kongre, açık oturum vb. katıldım. Ama iş gelip de “zekâ” denen ve benim için çok bilinmeyenli denklem halini alan bir konuda konuşmacı olmak oldukça güç gibi geliyor bana.

Zekâ üzerine konşuyorsunuz ve mesela Başbakan Davutoğlu gibi ağzınızdan “geri iade edildiler” gibi bir cümle çıkıyor. Suriyeli mülteciler için bu cümleyi kullanmıştı başbakan.

Einstein ile Mozart arasındaki “nüans” farkını anlatmaya kalktığım anda, bittim demektir.

Olur, heyecan bu...

Ama zekâ aynı zamanda heyecanlanmamanız gerektiği anda bunu kontrol altına alabilmek değil midir?

Günümüzde matematiğe, hatta aritmetiğe indirgenen zekânın neredeyse sonsuz parametresi olduğunu iddia ettiğinizde yüzünüze tuhaf tuhaf bakanlar da olacaktır. Zekâ, bir cümlenin söylendiği anda tersten okunuşunu söylemekten tutun da iyi piyano çalmaya, roman yazmaya, Çiçero ile Hugo arasında bağlantı kurmaya kadar uzanan milyonlarca versiyon içerir.

Zekâ, sanılanın aksine onun sizi değil, sizin onu yönlendirmeniz gereken bir beyin aktivitesidir. İlla matematikte iyi olacağım diye tutturan biri, sayılarla arasının asla barışık olmadığını anladığında artık yönlenebileceği yeni alanların çoğunu da tüketmiş demektir.

Zekâ hemen her beyin aktivitesinde kendini bir şekilde gösterir, ama bunu fark edebilmek de başka bir zekâ gerektirir. Dehalar bunu en kısa sürede fark edebilen ve bunu da kontrol altına alabilen kişilerdir zaten.

Zekâ en çok akıl ile karıştırılır. Akıl ile zekâ arasında yakın bir ilişki de yoktur zaten. Akıl çoğu zaman zekânın kontrol mekanizmasıdır da. Zekâ hata da yapacaktır elbette, ama akıl bu hatanın önüne geçebilen bir kontrol sağlar.

Akıl insanı erdemli kılar, zekâ ise başarılı. Her ikisini birden kullanabilenlerin bir şeye daha ihtiyacı vardır dehalık mertebesine ulaşmak için: Soğukkanlılığa.

Üçünün bir arada bulunmasına sık rastlanmaz. Zeki insanlar çoğu zaman tez canlıdır. Sorunu çözmüştür ve bir an önce de sonuca ulaşmak ister. Bu yolda sağlam adımlarla ve koşarak ilerlediğini sağlarken akıl onu dizginlemeye çalışır. Kuralları hatırlatır, daha uzun da olsa emin olan yolu gösterir. Zekâ bu önerilerin bir kısmını dinlese de, özellikle tez canlılığın önüne geçemez. İşte burada da soğukkanlılık devreye girmelidir.

Zekâ tek başına kaldığında her zaman olumlu sonuçlar doğuran eylemler gerçekleştirmez. Bir satranç tahtasında çok parlak hamle bulabilir belki, ama karşı hamleyi nasıl savuşturacağını düşünmeden yapılan hamledir genellikle zekânın yaptığı hamle.

Unutmayalım ki, dünyanın en büyük seri katilleri de müthiş zekâları sayesinde uzun süre yakalanamamıştır. Zaten bu yüzden onlara “seri katil” denir.

Bu yazı da Cumertesi konuşması için bir prova oldu sayılır.