Yazarını aşan kahramanlar

Cyrano de Bergerac’ın ünü yazarı Edmond Rostand’ı aşmıştır.
Oblomov’un ünü keza Gonçarov’un önündedir.
Don Kişot ile Cervantes başabaş giderler...

Roman yazarlarının karşısında, kendi istemlerini de aşan bir tehlike söz konusudur. Bu tehlike her roman yazarı için geçerlidir ve yazar da bunun farkındadır: Kendini aşan kahraman yaratmak. Sir Arthur Conan Doyle da, tıpkı Oblomov, Cyrano de Bergerac, Robinson Crusoe gibi, kendini aşan bir kahraman yaratmıştır. Sherlock Holmes tipini yaratan ünlü yazar, dünyanın her tarafında, yediden yetmişe herkesin bildiği bu ünlü kahramanının ismi altında kaybolmuştur. Conan Doyle adını bilmeyenlerin  çoğu, Sherlock Holmes’u tanımaktadır. Bir yazar için hem büyük bir övünç hem de bir o kadar dehşet bir durum olan başka bir tehlike yoktur. Yazar, kahramanının kendisini geçmesini asla istemez ve buna elden geldiğince de izin vermez. Öldürmek, yok etmek ya da hiç yaratmamak kendi elindedir, ama buna karar veren çoğunlukla yazar değildir. Kendisini aştığını hissettiği anda da iş işten geçmiştir. Dünya edebiyat tarihi bu tür “yazar-kahraman” çelişkisiyle doludur. “Sefiller”in yazarı Victor Hugo eğer Jean Valjean’ı aşabilmişse, bunu Valjean’ı da aşan kahramanlar yaratmasına borçludur.

Sherlock Holmes’un en yakın arkadaşı olup da, hep yanlış yolu izleyen Dr. Watson olarak olayları anlatan konumundaki Conan Doyle, bir anlamda yarattığı kahramanın peşinde iz sürmek zorunda kalmış ve bu tehlikeyi fark ettiği halde engelleyememiştir. Yaşamadığı, ama hep yaşamak istediği kahramanı Sherlock Holmes’u Dr. Watson’un gözüyle bizlere aktarmaya çalışmış, bu uğurda da kendini feda etmiştir.

Oysa yaşanan, son derece basit bir olaydır. Bir cinayetin nasıl işlendiğini kafasında kurgulayan yazar, bu cinayetin sonundan başlayarak, başa doğru yaptığı kurgulama ile okuru şaşkınlığa düşürme hakkına sahiptir ve Conan Doyle da bunu yapmıştır. Polisiye romanlarda en başa, suçun işlendiği andan geriye doğru dönerek, bu suçun nasıl karmaşık hale dönüştürülebileceği üzerine kuruludur. Doyle’un kahramanı Holmes, piposu, giysileri, tipik şapkasıyla bir simge haline gelmiş ve yazarından daha çok ünlenmiş olmasına karşın, bütün yaratıcılığını Watson’un “sıradanlığına” borçludur.

Aslında Sir Arthur Conan Doyle’un yazdığı bir çok tarihsel roman vardır, ama hepsi Sherlock Holmes’un gölgesinde kalmıştır. Hatta. Dr. Watson, yani Holmes’un yardımcısı bile Doyle’dan daha ünlüdür.

Doyle’un Sherlock Holmes tipini, akıl yürütme yeteneği çok gelişmiş olan Edinburgh’lu bir öğretmenden esinlenerek yarattığı söylenir.Cinayet ve çözümleri konu alan Holmes öyküleri de ilk kez 1891 yılında, Strand Magazine’de çıkmaya başladı. Öykülerin beklenenden fazla ilgi görmesi üzerine Doyle, bunları bir kitap haline getirmiştir.

Aslında Doyle, yarattığı kahramanın kendisinden daha ünlü olacağını o sıralar sezmişti ve hemen kafasında bir plan yaparak, Holmes’un öldüğü bir roman yazmaya kalkıştı. Holmes’u öldürüp, yerine yeni bir kahraman yaratarak, en azından kendisini kanıtlamayı planlıyordu. Doyle, ama okurlardan gelen yoğun baskı üzerine, sevgili kahramanını öldüramedi, Holmes’u öldürebilseydi eğer, Agatha Christie’nin yaptığı gibi, Poirot tipinin yanında bir de Mrs. Marple tipi yaratabilecekti, ama olmadı.

Doyle’un yarattığı Holmes tipi aslında Dr. Watson’un şekillendirdiği bir tiptir. Watson normal insan zekâsında çözümleri okura yansıtırken, Holmes hep Watson’un tersi düşünceleriyle çözüme ulaşır. Watson “aptal çocuk” rolünü oynarken, okur da bu “aptal çocuğun” yönlendirmesiyle, Holmes’un “üstün zekâsına” hayran kalır. Bu yöntem, Doyle geleneğine bağlı kalan tüm polisiye roman yazarlarında kullanılan ve hâlâ kullanılmakta olan bir yöntemdir. Genelde kasabanın “sıradan”  polisi cinayetin nasıl işlendiğini hemen çözer ve birini tutuklar, ama cinayeti işleyen başka birisidir ve kasabanın şerifi de onu bulur.

Ancak teknolojinin dev adımlar atması ve insan beğenisinin değişmesi sonucu, bu tür polisiye romanlar, roman sanatının “beyaz dizileri” olarak tarihe karışmıştır. Holmes”un,   “Watson, beni biraz yalnız bırak düşünmek istiyorum,” sözlerinin altındaki cinayete giden yolu okur, daha önceden Holmes’un beynine enjekte edilmiş olarak kabul etmektedir artık.
Agatha Christie, Doyle’un kahramanındaki bu zayıflığı fark ettiği için belki, bu alanda kendi adını yitirmeden ve kahramanına yenilmeden polisiye romanlar yazmaya başlamıştır. Ne Mrs. Marple ne de Hercule Poirot Agatha Chrisite’nin ününü aşamamıştır. Çünkü Christie, Dr. Watson gibi bir destekçi kullanmadan romanlarını kurgulamış, hatta “On Küçük Zenci” gibi, kahramanlarını dahil etmediği romanlarla kendisini kanıtlayabilmiştir. Bu gün, Hercule Poirot denince, bıyıklarına düşkün bu şişman dedektif akla geldiği kadar, Agatha Christie de akla gelmektedir, ama “On Küçük Zenci” denince yalnızca Christie’nin adı akla düşmektedir.