Verin şu kravatı da gideyim

Fazıl Say’ın “İlk Şarkılar” albümünde yer alan parçaları dinlediğimde, “eh,” dedim, “Son nokta konmuştur.” Düşüncelerimi de Odatv’de yazdım. Benden sonra Soner Yalçın yazdı ve şunu söyledi: “Artık bundan sonra Türkiye’de özgün müzik yapanların çıtayı oldukça yukarı çıkarmaları gerek.” Tam cümle bu muydu bilmiyorum, ama mealen böyleydi.

Çin’de en az beş milyon insan profesyonel olarak piyano çalıyor, ama henüz bir Fazıl Say’ları yok. Evet, müthiş cambazları var. Piyano üzerinde dolaşan parmakları görünmüyor sanki, ama hiçbiri Fazıl değil. Hatta yanından bile geçmiyorlar.

Niye? Uzun uzun düşündüm, niye?

Fazıl Say’ın onlardan üstünlüğü sadece piyano çalması değil, aynı zamanda beste yapması. Bunu da göz önüne aldım elbette, ama neden Çin’deki piyanistler arasında beste yapanlar yok ya da var da, neden Fazıl Say gibi değiller?

Siyasetin çirkefliğinden, ucuzluğundan, kapkaççılığından, vekil hazırlıklarından velhasıl her şeyinden bıkmış durumdayım. Sanırım birçok insan da bıktı ve Haziran gelsin de ne olacaksa olsun demeye başladı. Uzun süredir gitmiyordum, dün kitapçıları dolaştım. En çok satanlar bölümüne yığılmış kitaplar arasında siyaset dışı bir tane kitap bulamadım. Hepsi bugünü anlatan, entrikaları ortaya döken, yakın tarihi deşen sıkıcı kitaplar. Bilinmesi gerek belki, ama zaten sabahtan akşama iktidarın, en baştakinin ve muhalefetin sesini dinlemekten bıkanların soluk alabileceği kitap yok gibi. Elbette vardır, ama vitrinde gözümüze sokulan kitaplar birbirinin aynı entrika kitapları. Bir dönem yaşayacak, sonra ölüp gidecekler. Kimse onlara Balzac, Zola veya Nazım Hikmet muamelesi yapmayacak.

Çok değil, bir ay kadar sonra da parti marşları, şarkıları sokakları dolduracak ve siz taktığınız kulaklığın altından bile birbirine benzeyen bu “müzikleri” dinlemek zorunda kalacaksınız.

Seçim sathına girdiğimiz şu günlerden sonra, komşu Yunanistan’daki Tsipras’ı arayacak gözlerimiz, yüreğimiz, ama bu ülke o treni Haziran direnişinde kaybetti. Bizde başlayan “devrim” ateşi, Yunanistan’da vücut buldu. Domino etkisi beklentisi bizim için ham hayal, taşlar İspanya ve İtalya yönünde devrilerek gidecek, beklenti bu.

Biz ise dönüp IŞİD’in kasıp kavurduğu, her gün onlarca insanın katledildiği, Müslümanların birbirini yediği coğrafyada “Kuzey Kore” hayatı yaşamaya hazırlanıyoruz. Bütün her işimiz bitti, tüm sorunlarımız çözüldü, başkanlık sistemini tartışıyoruz. Dolar, euro almış başını gidiyor, Merkez Bankası’na baskı yapıyoruz. Hukuk yerlerde sürünüyor, adalet bulunmaz Hint kumaşına dönmüş, varsa yoksa başkanlık sistemi. Her gün televizyonda, ülkenin en büyük ve tek sorunu buymuş gibi, tartışmalar sürüp gidiyor. Eğer bu ülkenin insanları başkanlık sistemini istemiyorsa, bu zaten seçimlerde ortaya çıkacak. Şimdiden bunu dillendirerek bir algı operasyonu yapmanın, insanları “başkan Erdoğan”a alıştırmaları tam bir orta oyunu, ama yine de seyretmeye doyamıyoruz.

Tüm kanallar hep aynı insanları çıkartıp, ayrı mekanlarda aynı konuyu tartıştırıyorlar. Einstein’in ünlü lafı da tam burada “cuk” oturuyor: “Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek budalalıktır.”

Çözüm süreci çıkmaza girmiş, enflasyon tehlike haline dönüşmüş, işsizlik dünya ortalamalarının çok üstüne çıkmış, hukuk kuralları yerini orman kanununa bırakmış ne gam! Varsa yoksa başkanlık sistemi. Hani birine kırk gün deli derseniz delirir ya, o misal. Seçime kadar “başkan” diye diye Erdoğan’ı devlet başkanı yapacaklar. Gidiş o.

Çözüm sürecinde ne oluyor diye soruyorsunuz, herkes topu bir başkasına atıyor. Bazı ipuçları veriliyor, ama sonuç nedir bilinmiyor. Hatta HDP bile bilmiyor hükumetin ne düşündüğünü. Oyalama içinde olduklarını dillendiriyorlar, hükumetten bir hamle yapmasını bekliyorlar, ama onlar da beklenen hamlenin ne olduğunu açıklamıyorlar. Sadece çözüm süreci mi, her konuda bizi “bir üst kata” davet ediyorlar, çıkıyorsunuz, onlar da bir üst kata davet ediyor. Cevap veren yok.

Adamın biri çok katlı bir mağazaya kravat almak üzere girer. İlk tezgâha yaklaşır ve “Bir kravat almak istiyorum,” der.

Tezgâhtaki, “nasıl bir kravat istiyorsunuz,” diye sorar.

“Hiç, şöyle koyu renk bir kravat olsun. Bir tercihim yok,” der.

Tezgâhtaki, “Koyu renk kravatsa bir üst kata bayım,” der.

Adam bir üst kata çıkar, kravat isteğini belirtir. Tezgâhtaki, “çizgili mi puanlı mı olsun” diye sorar. Adam, “çizgili olsun,” der. Tezgâhtaki, “çizgili kravatlar bir üst katta bayım,” der.

Adam bir üst kata çıkar, tezgâha yanaşır, “çizgili, koyu renk bir kravat istiyorum,” der.

Tezgâhtaki, “kalın çizgili mi, ince çizgili mi olsun,” diye sorar. Adam “kalın çizgili,” der ve cevabını alır: “Kalın çizgili kravatlar bir üst katta bayım.”

Adam yılgın bir şekilde üst kata çıkar, tezgahtaki adam “sağa yatık mı olsun çizgiler, sola yatık mı,” diye sorar. Adam artık sinirlenmiştir, hiç cevap vermeden bir üst kata çıkar.

Uzatmayayım...

Son kata yaklaşınca birden sinirlenir ve asansöre binip zemin kata iner. Kravat almaktan da vazgeçmiştir. Tam o sırada kasanın önünde bir adam görür. Adamın elinde bir klozet kapağı, pantolonunu da indirmiş bağırmaktadır:

“Aha işte bu klozet kapağımın rengi, aha işte bu da kıçımın rengi! Verin artık şu tuvalet kağıdını da gideyim!”

Açılım süreci başta olmak üzere, tüm konulardaki durumumuz da, ülkenin hukuk sistemi de, ekonomisi de tam olarak bu. Kime bu ve benzeri konularda soru sorsak, “bir üst kata bayım,” cevabını alıyoruz. Amaç, bizim de “aman sende” diyerek dükkandan çıkıp gitmemiz, soru sormayı bırakmamız.

Şu noktaya sürükleniyoruz sonunda: Biz ne dersek o olacak, sizin düşünmek veya soru sormak gibi bir lüksünüz olamaz. Öğrenmek istiyorsanız bir üst kata.

Bekleyin, en kısa zamanda da boynunuza kravatı takacağız.

Fazıl Say filan mı, bırakın o işleri. Tarafsız Bölge korosu eşliğinde Hüseyin Yayman’ı dinleyin, yeter.