Sonsuzluk çözülmedikçe merkez bulunamaz

Ünlü Fransız matematikçi Laplace ile Napoleon Bonaparte arasında ilginç bir tartışma vardır: Laplace, Isaac Newton’un çalışmalarını daha da ileri götürerek, güneş sisteminin tümüne uygulamıştı. Bu, o yıllar için inanılması güç bir çalışmaydı ve bir anlamda Tanrının varlığını sorguluyordu. Napoleon Bonaparte’ın bunu yüreklilikle kabul etmesi pek mümkün görünmüyordu. 

Laplace, çalışmasından elde ettiği sonuçları ilk kez 1799 yılında “Gök Mekaniği” adlı kitabında yayımladı. Laplace’a göre, Newton fiziği sadece üzerinde yaşadığımız dünya için değil, aynı zamanda tüm gezegenler için de kontrol mekanizması olarak kullanılabilirdi. Büyük tartışma yaratan kitabını Laplace Napoleon'a hediye etti. Napoleon, kitabı bitirdikten sonra Laplace’ı çağırıp, “Yaratıcının kim olduğuna hiç değinmemişsiniz bayın,” dedi. “Yaratıcıdan hiç söz etmeden dünya ile ilgili kocaman bir kitap yazmışsın.” Laplace’ın yanıtı hemen geldi: “Ekselans, bu varsayıma ihtiyacım olmadı.”

Bilim ve din arasındaki savaş binlerce yıldır sürüp gidiyor. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, yani bir başka deyişle Aydınlanma Çağı’nın sonlarına doğru bilim dine karşı kesin zaferler kazandı. Ateizm popüler oldu, Tanrıya inançta sarsılmalar meydana geldi ve daha çok kozmik bir varlığın mevcudiyeti tartışılmaya başlandı. Bu, peygamberlik sistemine bağlı dinsel dogmaları temelinden sarsan bir gelişme oldu ve elbette Tanrının varlığı konusu yeniden gündeme getirilmek zorundaydı. Bilimdeki hızlı ilerlemeler artı ve eksi sonsuz açmazıyla karşılaşınca da, Tanrı kavramı yeniden güncelleşti ve din bilim karşısında yeniden itibar kazanmaya başladı. Kuşkusuz bunda parçacık fiziğinin, yani kuantum fiziğinin de çarpıcı etkisi oldu. Bir yandan kuantum fiziği Newton fiziğinin olmadığı koşullarda yepyeni alanlar açarken, diğer yandan da belirsizliği de sonsuza endeksliyordu.

Sonsuzluk gündeme geldiği andan itibaren de Tanrı kavramı yeniden ve bir daha uzun süre silinmemek kaydıyla gündeme oturuyordu. Laplace ile yaptığı tartışmayı bir kez de yine Fransızların ünlü matematikçilerinden Lagrange ile yapan Napolyon, ondan ise şu yanıtı almıştı: “Bu varsayımınız çok ilginç ekselans, bir çok bilinmeyeni de açıklıyor.” (Yakında Ka Kitap tarafından yayınlanacak “Bilim Tanrının Olmadığını Neden Kanıtlayamaz” adlı kitaptan esinlenerek yazdım, alıntı değildir).

Bugün, başta İslam dünyası olmak üzere, dünyanın her tarafına yayılmış Hıristiyanlık, Yahudilik vb. gibi belli başlı dinlerin bilim karşısında kaybettikleri alanı yeniden kazandıklarını görmek mümkün. İslam dünyasında bu çok daha hızlı geliştiği için, dünyada bir fobi oluştu. Kendilerine Müslüman süsü veren terör örgütleri, medeniyete karşı açtıkları savaşı bin yıl öncesine kadar götürerek, dünyanın yeniden kurulması gibi absürd bir çabaya girişmiş durumdalar.

Bundan da en çok “mütedeyyin” dindarlar etkileniyorlar. Bilimin artık varamayacağı noktalar bulunduğuna kesin inanç taşıyanlar, bunu dogmalarla açıklama yoluna gidiyorlar. Böyle olunca da, geriye düşme kaçınılmaz oluyor.

Einstein, Tanrıya bakışıyla ilgili soru soran küçük bir kıza yazdığı mektupta şunları söylüyor: “...ciddi olarak bilimin izinde koşan herkes, evrenin yasalarında insandan çok daha üstün bir gücün kendini gösterdiğine ikna olur. Bu yolla bilimin peşinde olmak özel bir çeşit dinsel duyguya yol açar ki bu kuşkusuz daha ‘mütedeyyin’ birinin dindarlığından oldukça farklıdır.

Bilim insanları kozmik bir varlığı bilinmezlikle açıklama yoluna gidiyor ve bilimin henüz o aşamaya gelmediğini kabul ediyor. Dahası, sonsuzluk kavramının olduğu bir evrende, bilimin ulaşabileceği bir noktanın bulunmadığı gerçeğini kabul etmek zorunda kalıyorlar ve bu da en azından kozmik bir yaratıcının olmadığını kanıtlayamıyor.

Ancak bu, dini bir dogma olmaktan çıkarmaya çalışan bir bakış açısıdır ve geçerliliği de yotur. Henüz bilimin çözemediği, hatta daha iddialı söylemek gerekirse, daha da çetrefil hale gelip, dallanıp budaklanmasıyla ucunu yakalamanın neredeyse imkansızlaştığı ortamda, başta fizikçiler olmak üzere, bilim insanları beklemenin daha doğru olduğu konusunda birleşiyorlar. Tanrıyı aramıyor hiçbiri, ama sonsuzluğun ne olduğu konusunda da müthiş kafa patlatıyorlar. Big Bang ile başlamış olan evrenin yaratılışı, Big Bang’ten önce neyin olduğu konusuna cevap veremiyor. Bilim insanları, bu sorunun cevabının hiçbir zaman verilemeyeceğini kabul ederek işe başlıyorlar ve asıl kavranması gerekenin var olan koşullardaki evren olduğunu savunuyorlar.

Kuantum fiziğindeki dev gelişmeler, fiziğin de değiştiği gerçeğini kabul etmemize neden oluyor. Gerçi yaşadığımız koşullarda Newton fiziği geçerliliğini koruyor, ancak bunun hangi boyutta değişeceği ve değiştiği zaman insanlığın bunu fark edip edemeyeceği kocaman bir soru işareti olarak duruyor. Zira, iki ünlü fizikçi Hawking ve Mlodinow, kuantum fiziğinin insanlığa öğrettiği en önemli şeyin gelecek gibi geçmişin de belirsizliği olduğunu savunuyor ve ekliyorlar: “Evrenin, kuantum fiziğine göre tek bir geçmişi ya da hikayesi yoktur.”

Böyle bir sonuca ulaşmak, bütün bir evrenin aslında atom altı parçacık dünyasındaki kuantum mekaniği ile hareket ettiği sonucuna da götürebilir insanlığı. Kuantum yasalarının geçerli olduğu, ancak Newton yasalarının da varlığını sürdürdüğü karmakarışık bir yapının tam ortasında insanlık, bir “yaratan” arayışına girme ihtiyacı hisseder. Bunu bilimin en üst noktasında da hisseder, ilkel yaşamında da. İkisi arasındaki fark çok büyük olmasına rağmen, sonuç son derece pragmatiktir: Kaos...

Kaos da, dogmatizmin tüm enerjisini aldığı en büyük kaynaktır. Bu durumda din ile bilim arasındaki çekişmenin asla sonlanmayacağını kabul etmek gerekir. Her ikisi de sırtını sonsuzluğa vermiştir ve sonsuzluğun getirdiği çözümsüzlük, her ikisi için de kanıtlanamayacak bir çözümsüzlüktür.