Dünyanın en zengin topraklarında zavallı bir ülke

Soytarısı Kral Lear’ın karşısına çıktığında şunu söyler: “...Rahiplerin sözleri davranışlarına uyarsa, biracılar biralarını sulandırmazlarsa, soylular terzilerinin çırağı olmaktan çıkarsa, imansızlar değil de, zamparalar cayır cayır yanarsa mahkemelerde her dava hak yolunda görülürse... Beyler borçtan, soylular parasızlıktan kurtulur diller iftira etmez olur yankesiciler pazarlardan çekilir tefeciler altınlarını elalemin önünde sayar pezevenkler, orospular kilise yaptırırlar.”

Yukarıdaki satırlar, ünlü İngiliz yazarı William Shakespeare tarafından yaklaşık 450 yıl kadar önce yazılmış da olsa, sonuçta bizim cumhuriyeti kurduğumuz ve çok partili döneme geçinceye kadar yürüttüğümüz devlet politikasının bir özeti sayılır.

Bir soytarıya ihtiyacı var devleti yönetenlerin. Soytarı olmasına çok var da, onlar soytarılığı bile beceremeyen, soytarılığın bile yüz karası sayılacak “yalaka” tipler. Devir, soytarılıktan yalakalığa geçiş devri olsa gerek. Revaçta olan meslek artık kralın soytarılığı bile değil.

Jean Jack Rousseau, “Toplumsal Sözleşme” adlı kitabında, bağımsızlığını yeni kazanmış ulusların bir süre diktatörlükle yönetilmesi gerekliliğinden söz eder. Devrimlerin ansızın ve tepeden inme olarak topluma kabul ettirilmesinin tek yolu diktatörlüğü zorunlu kılmaktadır ona göre.

Şu anda Türkiye’nin yaşadığı ise, bağımsızlığını doksan yıl önce kazanmış bir ülkede, ikinci bir diktatörlüğün yaşanmasıdır. Atatürk’ün ölümünden sonra cumhuriyeti kollama ve koruma görevini üzerine aldığını düşünen askeri vesayet, kendisi için yarattığı sırça köşkünde kendine ayrıcalıklı bir sınıf yaratırken, bunu Türkiye adına yaptığını savunuyor ve bunun yarattığı boşlukta kendi çıkarlarını ön planda tutuyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün aklının ucundan bile geçmeyen bir üst yapı oluşuyor, bu yapıya nüfuz etmek ise imkansız kılınıyordu.

AKP iktidarı bu vesayete son verdi, ama kendi vesayetini kurdu. Bunu öylesine üst boyutlara taşıdı ki, Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı ilkesini yerle bir etti. Artık, 12 Eylül faşist darbesi için söylenen, “Adalet yoktu, ama hiç olmazsa hukuk vardı” sözü bile dama fırlatıldı. Geçtim devletin en başındaki kişinin hukuk tanımazlığını, artık belediye başkanları, futbol kulübü başkanları, mafya babaları, milletvekilleri ve daha bir çok zevat, hukukun gereğini işletmemeye, kendileri için çıkarılan davetlere gitmemeye başladılar.

Reza Zarrab denilen adam, mahkemenin çıkarttığı davete gitmeyebiliyor, bakan oğulları ise gelen davet mektubunu kapıdaki postacının önünde bile yırtabiliyordu.

Derken, bazı insanlar, daha makul şüphe yasası meclisten geçmeden, uygulamaya başlıyor, sabahın beşinde insanları göz altına alabiliyordu.

Aşı ihraç eden bir ülke durumundan, toplu iğne ithal eden bir ülke durumuna birkaç günde gelmedik elbette. 12 Eylül askeri rejimi ve ardından gelen Turgut Özal yönetimiyle ülke tüm tüketim mallarına kapılarını açıp da yerli üretim rafa kaldırılınca, bugünlerin karanlık günleri de o günden ipuçlarını vermeye başladı. Kimse oralı olmadı, zira hasret kaldığı “Marlboro cigarasını” artık her bakkalda bulabiliyordu. Pahalıydı belki, ama ne gam!

SSCB’nin de yıkılışında büyük rol oynayan “lüks tüketim” malları, Stalin döneminde gerçekleştirilen alt yapı sayesinde kolay atlatıldı ve Rusya yeniden ayaklarının üzerinde durmayı becerebildi. Oysa bizim böyle bir alt yapımız olmadığı için, sıcak sudan ulaşıma kadar her şeyin fiyatı öncekilere göre astronomik biçimde fırladı. Ama olsun, hala “tobacco shop”lar yerinde duruyordu ve Marlborolar vitrinden alıcılarına sırıtabiliyordu. Özgürlük çoğu insan için bakkaldan Johny Walker viskiyi alabilmekti.

Dünyada petrol fiyatları son altmış yılın en düşük düzeyine indiği halde, insanlar neden benzin fiyatlarında indirime gidilmediğini kendini yönetenlere sormaktan aciz duruma geldiler.

Yine bir 29 Ekim günü dönemin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e, ilk yerli otomobil “Devrim” sunulurken, Marshall planı da devreye sokuluyor ve araba yok ediliyordu.

Birçok şey yok ediliyordu, ama yükselen değer camiler, imam hadipler, ilahiyat fakülteleri, Kuran kursları vb. gibi değerler oluyordu. Atatürk’ten sonra yönetime gelen tüm iktidarlar ülkenin yüzünü çağdaşlığa döndürmek yerine, Ortadoğu’nun ıslak ve kaygan zeminine çevirdiler. Orası, iktidarda kalabilmelerinin tek dayanak noktasıydı. Her zaman kaynayan ve huzursuz eden bu topraklar, iktidarların “koruyucu ve kollayıcı” kimliklerini gıdıklıyor, halkı da kendisine “muhtaç” edecek hale sokuyordu.

Cumhuriyetin kuruluşundan 90 yıl sonra Türkiye’nin bulunduğu noktaya bakıldığında ne kadar ileri değil de, geri düştüğümüzü anlamak için kronoloji çıkarmaya bile gerek yok. Pragmatik bir yaklaşımla hesaplar ortaya çıkıveriyor zaten. Bilimi referans alan ülke konumundan dini referans alan bir ülke konumuna inmekle, zaten dogmalarla yönetilen bir halk durumuna sokulmuş haldeyiz. Stalin kiliseleri yıkıp da yerlerine okul ve müze yaptığında dünya onu kınamıştı. Putin bugün Rusya’yı yeniden ayağa kaldırmayı becermişse eğer, bunu Büyük Petro ile birlikte SSCB’nin de bıraktığı mirasa borçludur.

Bizde bu kafada adam yok.