Devrim diyorsanız, sanatçıya ihtiyaç 
var demektir

Kimi zaman toplumlar tıkanır kalır, hareket edemez, karşı koyamaz ve suskunlaşır. Haksızlıklar, usulsüzlükler, yolsuzluklar, rüşvetler, adam kayırmalar ayyuka çıkar, ama toplum efsunlaşmış gibi suskundur. Onu hareket ettirecek kuvvetten yoksundur. Bir rüzgâr bekler, birilerinin çıkıp sesini yükseltmesini, haykırmasını, yollara dökülmesini... Peşinden gitmeye hazırdır, ama hep göz ucuyla bir başkasının yapmasını bekler durur.

Beklenen şey sanatçıdır.

Neden Türkiye artık, Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Atilla İlhan, Behçet Necatigil, Orhan Kemal, Edip Cansever vb. çıkaramıyor? Neden tiyatro salonlarında Brecht’in oyunları sahnelenmiyor? Neden Victor Jara’nın besteleri yeri göğü inletmiyor ve neden yapılacak bir yığın şey varken insanlar başları önde işlerine sessizce gidip geliyorlar da, şöyle bir resim sergisini gezmeye kalkışmıyorlar?

Sanatın yok edildiği bir karanlık koridordan geçiyoruz ve hiçbirimizin sanata ihtiyacı yok ya da öyle hissetmemiz sağlanıyor. Popülist kültür her şeye egemen kılınıyor.

Sanata hepimizin ihtiyacı var da, sanat bir ticari meta gibi süper marketlerden satın alınamıyor ne yazık ki. Sanatsal üretim gerekiyor, olmayınca da insanlar iç dünyalarını hareket ettirecek bir şeye ihtiyaç duymuyorlar. İhtiyaç duymadıkları için de toplumsal olaylar karşısında tepki vermiyorlar.

Çar I. Nikola, 1825 yılında ünlü Dekabrist ayaklanmasını bastırdıktan kısa süre sonra, Dekabristlere yakınlığıyla bilinen ama ayaklanmaya katılamayan Aleksandr Sergyeviç Puşkin’i sarayında ağırlar.

“14 Aralık olayları sırasında Petersburg’da olsan katılır mıydın Puşkin,” diye sorar.
“Katılırdım majesteleri. Bütün arkadaşlarım bu örgütteydi. Katılmamam söz konusu bile olamazdı. Uzakta olduğum için katılamadım. Yetişemedim.”
“Şimdilerde ne yazıyorsun?”
“Hemen hiçbir şey yazmıyorum majesteleri. Sansür çok sıkı.”
“Sen de sansüre takılmayacak şeyler yaz o zaman.”
“Sansürünüz en masum şeyleri bile kabul etmiyor majesteleri.”
“O halde senin sansürün ben olayım. Yazacağın her şeyi bana gönder.”

Ardından Çar I.Nikola etrafındakilere döner, “İşte size yeni Puşkin’i tanıştırıyorum baylar. Eskisini unutabilirsiniz.”

Ama öyle olmaz. Bu sözler yalnızca Nikola’nın temennisidir, o kadar. Puşkin’in geçmişini reddetmeye hiç niyeti yoktur. Bir süre sonra yaman bir Çar düşmanı olacaktır. Öyle ki, Çar Nikola onu düzmece bir düello ile öldürtmek zorunda kalacaktır.

Ünlü “Sibirya’da” şiirini bu ziyaretten hemen sonra kaleme alacak ve Sibirya maden ocaklarında tutsak arkadaşlarına çağrıda bulunacaktır.

Puşkin, Çar ve despotizmine karşı öylesine sert şiirler ve şiir romanlar yazdı ki, bütün Rusya onun şiirleriyle kendine geldi ve belki de büyük Sovyet devrimine giden dikenli yol onun dizeleriyle açıldı. Lenin’in başucunda hep Puşkin’in eserlerinden biri olduğu ve onu diğer tüm yazarlara tercih ettiği söylenir.

Neydi Puşkin’i böylesine güçlü kılan?

Elbette halka olan inancıydı. Kendisini anlayacağından emin olduğu insanlara devrimin hoş çalkantılarını, özgürlüğün berrak sesini taşıyordu ve bu yüzden de çok sevildi. Dünya edebiyatını temelinden sarstı ve yalnızca Rusya’da değil, hemen tüm dünyada yurtseverlerin mırıltısı oldu.

Şu sıralarda yaşantımızın en büyük eksikliği yazarlarımızın, sanatçılarımızın olmayışı. Halkın isyan duygularını dile getirebilecek sanatçılardan yoksunuz ve bu nedenle de ortalıkta dolaşan tüm pislikleri görmemeyi tercih ediyoruz. Onları bize en çıplak haliyle gösterecek bir türküden bile uzaktayız. Tiyatrolar, Shakespeare’in repliklerini bile kırparak oyunlarını sahneliyor. Müzisyenler devrimci söylemler şöyle dursun, şarkıları marş formatına girecek diye ödleri patlıyor. Duvar ressamlarımız yok ki, Meksika’daki gibi ortalığı ayağa kaldıran resimler çizilsin boşluklara. Sinemamız ancak ve ancak boyutsuz insanlığımızı tüm dünyaya aktararak, Latin Amerika’ya taş çıkartacak coşkumuzu perdelemeyi tercih ediyor. Heykel sanatçıları sanattan çok “benzetme” üzerine çalışıyor. Onlarca Guernica yaşıyor, bir tane resmedemiyoruz. Yorgunuz, yılgınız ama sanata aç değiliz. Diziler, müsamereler, hafif röportajlar, aile oyunları, yalvaran şarkılar, kader türküleri ve giderek yalnızlaşan bir kitle.

Bize 12 Eylül ile bağışlanan ve günümüzde zirve yapan “sanatsız ve kültürsüz” bir güruh...

Devrime giden tüm yollar sanat ile döşenir. Bakın tarihe, tüm devrimlerin öncüsü sanat ve sanatçılar olmuştur.

Hemingway’ı İspanya İç Savaşı’na sürükleyip götüren, Miguel Littin’i faşist Pinochet iktidarında gizli gizli film çekmeye iten, Sartre’ı “rezistans” örgütünün sözcüsü yapan, Ayzenştayn’a Potemkin Zırhlısı’nı çektiren hep aynı devrimci ruh olmuştur. Sanatçı toplumun önündedir ve daima, ama daima “muktedir”lere karşıdır.

Diğerleri mi, onlara bu lügatta sanatçı denmiyor.