Ben yoksam benim dışımda hiçbir şey yoktur

Benim kuşağım George Politzer'in Felsefenin Temel İlkeleri kitabını okuyarak büyüdü. O kuşağa sıkı sıkıya bağlı bir insan olarak ben de okudum. Birçok şeyi de anlamadığım halde kabul ettim ve benimsedim. Anımsarsınız, Politzer kitabında ünlü filozof Berkeley’e çatarak başlar birinci kitabın hemen başında. Kitabı okuduğumda Berkeley’in kim olduğunu bile bilmiyordum, ama anladığım kadarıyla idealist bir felsefeciydi. Yol bilinmeyene, yani Tanrıya çıkıyordu.

Berkeley için şöyle yazıyordu Politzer: Saygı değer Berkeley der ki, dünyayı kavrayan, anlamlandıran benim bilincimdir, o olmazsa dünyada yoktur. Bir masa varsa karşımda, o masa benim bilincimde olduğu sürece vardır. Öldüğüm zaman ya da ben o masayı kabul etmediğim zaman masa da yoktur.

Takdir edersiniz ki, benim çocukluktan gençliğe geçtiğim yaşlarda böyle bir şeyi kabul etmek mümkün değildi.

Politzer, “Sayın Berkeley haklı gibi görünebilir, ama benim ona şöyle bir önerim var: Bir demiryolu hattına yatsın ve o sırada geçecek bir treni yok kabul etsin, bakalım hala masa örneğini verebilecek mi?”

Müthiş değil mi? Gerçekten Berkeley bunu söylemiş olsa, Politzer sonuna kadar haklı, ama Berkeley bunu söylemiyor. Bunu kırk yıl sonra anlamış olsam da, benim suçum olmadığını düşünüyorum. Berkeley’in söylediği aslında çok basit bir gerçekti, ama o sıralarda dönemin komünist rüzgarına kapılarak külliyen reddettiğim bir felsefi söylemdi. Komünist ya da en hafifinden sosyalist bir rüzgar esiyordu 1970’li yıllarda ama çok okuyan, çok tartışan bir nesil olmamıza rağmen, Politzer’in söylemleri hoşumuza gidiyordu, zira bizim gibi düşünüyordu ya da biz onun gibi düşünmeye çalışıyorduk.

Felsefenin Temel İlkeleri kitabını okuyan bilir, bütün kitap boyunca Marksizmin her “kaba” söylemine göndermeler yapar, ama asla bir proloterya diktatörlüğünden, egemenliğinden söz etmez. Leo Huberman’ın kitabına girişinde sözünü ettiği, taksiden inen herhangi bir kişinin taksi parasını bile vermeden oteline koşar adımlarla gittiği gerçeğini yüzümüze vurmaz, vuramaz.

Sonuçta, bizi Cervantes’in Don Kişot’u sosyalizminde bırakan, her yapılan eylemin bize karşı olduğunu savunan bir anlayışın bir adım ötesine geçemedik. Sosylizm hep vardı, ama biz onları yanlış kitaplardan, yanlış insanlardan öğrenmeye çalıştık ve yanlışın tam ortasında kaldık.

Hala, bunan yüz yıllar önce yazılmış Don Kişot rolünü üstleniyoruz, haksızlıklara karşı olduğumuz ölçüde de sosyalist sayılıyoruz. Ama hayatın gerçekleri hiç de böyle değil. Sanal bir düşman yaratıyor ve onunla savaşmayı, günümüz gerçeklerinden uzaklaştırıyouz.

Ve kabul edemiyoruz ki, dünyada artık Marks’ın “proleterya” dediği örgütlü işçi sınıfının çok ama çok uzağındayız, çünkü artık işçi sınıfı denilen, proleterya denilen şey kalmadı. O zaman geriye dönüp de Şanzo Panzo ile Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırması bize hoş geliyor. Bireysel karşı çıkış.

Bireysel olarak sosyalist olamazsınız, bunu öğrenmek için bir ya da bin yıl geçebilir, ama olamazsınız. Ortalık bireysel sosyalistlerle dolu, ama sosyalizm nedir kimse bilmiyor. Okuduklarından bir anlam çıkaramıyor, neden vahşi kapitalizmin tam ortasında kendine verilen payın yetersizliğinden söz etmekle felsefi anlamda sosyalizmin hiç ilgisi olmadığını algılayamıyor.

Söylem mutlaka sosyalist bir söylem olmalı. Bunun dip notları Daniel de Foe’nun Robinson Cruose’de var zaten. Anarşistlerin, başta Proudhon, ardılı Kropotkin’in önerdiği, bırakın proleterya diktatörlüğünü, bireyin inatla kendi sınırlarını çizmeye çalışması çağına geldiğimiz bu günlerde, kendi dünyasını yaratan bir Robinson Crouse’ye ulaşıyoruz. Ne zamana kadar? Ta ki, Robinson Cuma ile karşılaşana dek. O güne kadar bir adada kendi başına yaşamaya mahkum olan Crouse’un hem patron hem işçi olduğu dönemde Cuma ile karşılaştığı anda “patron” olmasına kadar.

Günümüze geldiğimizde, örgütsüz bir toplum hareketinin, haksızlığa baş kaldırmanın anlamsızlığı her geçen gün yeniden karşımıza çıkıyor. Bankalar sizi mi aldatıyor, kullandığınız kredi kartlarından “masraf” mı alıyor, buna karşı yapacağınız her şeyin bireysel olmasını sağlıyor sistem. Sizin asla bir başkasıyla ortak hareket etmenize izin vermiyor. Oysa işin çok daha kolay yolu, hep birlikte hareket etmektir.

Bunu anlamıyor kitleler. Bunun kendisi için çok daha yararlı olduğunu idrak edemiyor. Bireysel olarak özgürlük denilen aldatmacanın büyülü rüyasına giriyor ve kendi başına hareket ediyor. Elbette yeniliyor. Aldığı üç beş kuruşun çok daha fazlasını geri ödüyor, ama ilk zaferi onun için yeterli.

Yazı daha uzar gider, ama sonuçta kişilerin dünyayı tanıma, ona hükmetme isteği, koskoca Sovyetler Birliği’nin çökmesine neden oldu.

Ama 70 yıllık komünist rejim bize şunu öğretti: Demek ki olabiliyormuş.

Cervantes de, Daniel de Foe da, Saint Simon da bize bunları anlatmaya çalıştı, ama anlamamakta ısrar ettik. En yakın dostumuzu kişisel ikbal için ihbar etmeyi Berkeley’den de öğrenmedik.

Bu günlere geldik ve yarın için hala umut taşıyoruz, ama bir tek taş bile koymuyoruz.

Umut mutlaka bir kapının arkasında ama biz hangi kapı olduğunu bilmeden sürekli yeni kapılar açıyoruz. Oysa o kadar açıkça bizi çağırıyor ki o tıklamadan gireceğimiz kapı...