Başını kuma soktu ama kıçı dışarıda

Türkiye “başkanlık sistemi” ile yatıyor, güvenlik yasası şaklabanlığıyla kalkıyor. Bütün kanallar, sanki Türkiye’nin tek sorunu başkanlık sistemiymiş gibi durmaksızın konuyu deşiyor, gündemde tutuyorlar ve herhalde “aferin” de alıyorlar, zira müthiş bir algı operasyonu söz konusu.

Salı günü, yani dün Soma’dan beş kişilik bir heyet, 301 madencinin öldüğü Soma’da son durumu yetkililerle konuşmak üzere Meclis’e geldi, ama E.Ü.Tarhan dışında kimse onları dinlemedi. Tarhan’ın ise tek başına yapabileceği hiçbir şey yok elbette.

Maden şirketinin sahipleri işçilerin kıdem tazminatlarını yetmiş iki gündür ödemiyor, kimin umurunda, siz başkanlık sisteminden haber verin önce. Hepsi bankalara borçlu. 1 Aralık’ta çıkışları verilmiş hepsinin ve 2871 kişi işsiz. Sendika işverenden yana. Sarı bile değil artık beyaza çalan bir sarı haline gelmiş sendika. Resmi görüşmelere giriyorlar, ama hepsini zaten işveren atamış sendikaya, bakar mısınız?

Bir Zamanlar Vadim O Kadar Yeşildi ki filminin Soma versiyonu yaşanıyor. Bir zamanlar verimli topraklar üzerinde tarım yapan bu insanlar, artık tarım işine de dönemiyorlar. Maliyetler öylesine artmış durumda ki, tarım ile uğraşmak aslan ağzında. Soma Maden A.Ş. AKP’nin holdingleştirdiği bir şirket. 2006 yılında bir tek maden ocağı ile işe başlayan şirketin son olarak 3 ocağı oldu. Üstelik bu şanslı şirkete Amasya’da bir de termik santral verildi.

Bu ve benzeri şeylerin, ne bileyim işsizliğin, ekonomik sıkıntının, öğrencilerin, üniversitelerin, en önemlisi de yargının içler acısı durumu ortadayken, biz başkanlık sistemini tartışıyoruz.

Hani Cicero doğru söylemiş diyor insan: “Ahlak çöktüğünde devleti yönetemezsiniz.”

Başımızdaki muktedirler bal gibi yönetiyor. Ahlak da çöktü, ekonomi de çöktü, sistem de çöktü, ama yönetiyorlar. Biz de kuzu kuzu, başta Burhan Kuzu olmak üzere, başkanlık sisteminin nimetlerinden konuşuyoruz, ama unutmayın Türk usulü başkanlık sistemi. Diğerleri bizi bozar.

Cicero’ya dönersek, iki bin yıl önce bu filozof cumhuriyetten imparatorluğa geçen Roma’yı eleştiriyordu. İmparatorluğun Roma için iyi bir yönetim olmadığını, cumhuriyeti yıkarak başa geçecek imparatorun “despot” olacağını savunuyordu. Zira Cicero için toplumun tüm katmanları siyasetin içinde olmalı ve yönetim biçiminde söz almalıydı. Erdem ve ahlakın çöktüğü bir toplumda, başa geçecek bir imparator bunu engellemek bir yana daha da yaygınlaşmasını sağlayabilirdi ancak.

Elbette Cicero’yu yaşatmadı Roma imparatorluğu. Önce tüm yaptıklarını, söylediklerini yasa dışı ilan etti, baktı olmuyor, öldürdü. Öldürdü, çünkü Cicero devlet yönetiminde erdemin en önemli özellik olduğunu savunuyor ve bunun terk edilmesi halinde de devletin çökeceğini savunuyordu.

Erdem nedir Cicero için? Eğer bir devlet mutlu insanlar yaratmak istiyorsa, bunun biricik dayanağı erdemdir. Bunu söylerken Cicero, eski Stoacı felsefecilerin yanılgısına da düşmez. Onun için sağlık, zenginlik, saygınlık gibi subjektif değerler erdem karşısında ikinci planda kalır. İnsanın kendisiyle ve doğanın gerçekliğiyle uyum içinde olması erdemdir ve insan bunun dışına çıktığı andan itibaren insanlıktan da çıkmış demektir. Bu nedenle de devlet denilen aygıtın tek bir kişinin iki dudağı arasındaki “talimatlara” bırakılamaz. Bu durumda devlet yönetimi yoktur, kişi yönetimi vardır.

Bırakalım Cicero’yu. İki bin yılı aşkın zaman önce bugünü anlatmasını bir “kahinlik” olarak görme şansımız yok. Onun sözlerinin üzerinden onlarca imparatorluk geldi geçti ve her seferinde de Cicero haklı çıktı.

Türkiye’nin sorununu getirip önümüze başkanlık sistemi olarak dayatan tüm medya kuruluşlarını görmezden gelemeyiz elbette, ama bu birçok şeyin farkında olmamızı da engelleyemez. Şu soru sorulabilir başkanlık sistemini ısıtıp ısıtıp önümüze koyan medya baronlarına: Şu anda başkanlık sistemi yok bu ülkede, ama sizce bir başkanımız yok mu?

Sadece “vatana ihanet” suçundan yargılanabilecek olan şimdiki cumhurbaşkanı, onunla da yetinmiyor ve bütün kontrolün kendisinde olmasını istiyor. Ne olmasından korkuyor dersiniz? Her gün Anayasa’yı ihlal etmekten korkmadığı belli. Hükumetin icraatlarına karıştığı, yönlendirdiği halde, başbakanın bir gün kendisine baş kaldıracağından da korkmuyor. İstediği zaman kabineyi toplayabileceğini ve onlara direktif vereceğini de biliyor. O halde niye illa da başkanlık sistemi, diyor? Niye?

Niyesini siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Haziran seçimlerinde iki yüz millet vekiline bile ulaşamayacak AKP, ondan korkuyor. AKP Haziran seçimlerinden sonra tek başına iktidar olamazsa, başının büyük dertte olacağının da farkında.

Deve kuşları gibi başını kuma gömerek, onun bulunduğu konumda söylersek, “sarayına” kapanarak bu işten kurtulamayacağını biliyor, ama hiç belli de olmaz.

Yine bir fıkra, ama bu duruma çok uyuyor açıkçası:

Bir deve kuşu sürüsü çölde beslenirken, bir başka düşman deve kuşu grubu onlara doğru yönelir. Düşman deve kuşlarını gören gözcü koşarak beslenen deve kuşlarının şefinin yanına gelir ve, “Efendim,” der, “düşman deve kuşu grubu bu tarafa geliyor. Ne yapalım?”

“Saklanın,” der şef. Hepsi kafalarını kuma gömerler.

Düşman deve kuşu grubu kafasını kuma gömmüş olan deve kuşlarının yanına gelir. Şefleri yardımcısını çağırır:

“Yahu demin bunlar ortalıkta dolaşıyordu buralarda. Şimdi nereye gittiler?”

Beklentisi bu tür deve kuşları Erdoğan’ın. Sarayında oturacak, ama saray dışındakiler onu görmeyecekler.

Olur mu, bilinmez. Belki de gerçekten tüm yozlaşmış devlet ve özel kuruluşlar onu sarayında bile bulamayacaklardır.

O yüzden son kozlarını oynuyor Erdoğan. Kendini saraya atmakla kurtulduğunu sanıyor.

Ama bu ülkede başını kuma sokan devekuşlarının kıçlarının dışarıda kaldığını bilen milyonlarca insan var.