Ay carmella

Bir aralar darbe üzerine darbelerin yaşandığı Güney Amerika ülkelerinde yaygın bir söylenti vardı: Telefonu ele geçiren, ülkeyi de ele geçirir.

Meğer bu söz tüm ülkeler için geçerliymiş. Ortalık toz duman. Herkes herkesi dinlemiş. Gündem yine değişti. Neredeyse 24 saat ancak sürüyor gündemde kalmak, hemen başka olayla ortalık sarsılıyor. MİT yasası, İnternet yasası, HSYK derken, bir anda telefon olayı patlak verdi.

Bütün bu karanlık, kaygan ve güvensiz zeminde günübirlik yaşamı renklendirecek hemen hiçbir ilerici hareket yok.

İnsanlık, tarihi boyunca en çok iki sanattan etkilendi: Müzik ve dans. Bu Arabistan çöllerinden Moğolistan steplerine, oradan Orta Amerika’ya kadar hiç değişmedi. Bunun en önemli nedeni, iki sanatın mükemmel uyum sağlamasıydı. Zorbalıkla yönetilen tüm halklar bazen yalnızca müzikle, bazen de dansla birlikte direnç gösterdiler. Müziğin ve dansın protesto biçimi engellenemez haldeydi, zira doğrudan mesaj göndermesine gerek olmuyordu. Şairler ve yazarlar yazdıkları için zindanlarda süründürülüyordu, ama müziği ve dansı hapsetmenin olanağı yoktu. Bu da kitlelere çok çabuk ulaşmasına ve dalga dalga yayılmasına neden oluyordu.

Bu tür protestolar, baskıcı rejimlerin en büyük belasıydı. Bütün Güney Amerika ve Latin Amerika protestosunu dans ve müzikle ortaya koyuyordu. Faşist Franco rejimini temelden sarsan “Ay Carmella” değil miydi?

Her şeyin ucuzladığı, pespayeliğin tavan yaptığı şu günlerde müzik ve dansla haklı olarak elbette, kimsenin uğraştığı yok. Ama unutulmamalı ki, bu karanlığı, yolsuzluğu, kaypaklığı başta müzik ve dans olmak üzere, ancak ve ancak sanatla aşabiliriz.

Ama bu durumda da ortaya şu soru çıkıveriyor: Sanat da, nasıl bir sanat? Bunun yanıtı aslında çok basit, ama inandırıcı değil. Çünkü sanat bizim gibi toplumlarda tamamen eğlence sektörüne kaydırılmış halde.

Zorba yönetimlerde yaşayan sanatçılar, kendilerini korumak için “sanat için sanat” kabuğunun arkasına saklanabilir. Bu yadırganacak veya aşağılanacak bir şey de değildir eleştirilebilir, o kadar. Zira sanatı sanat için yapmaya karar verdiğinde bir sanatçı, kendisini toplumun öte tarafına, hatta üzerinde bir yere fırlatmış olur, ki bu da kültürel etkileşimin yaygınlaşmasındaki en büyük engeldir.

Toplumsal bir amaçla yola çıkan estetik ve sanat, yapısı gereği devrimci olmak zorundadır. Kriteri devrimcilik olan sanatın karşısında hiçbir zorba yönetim ayakta duramaz, ama sanatın devrimci kimliğini göstermesine tüm despot yönetimler engel olmuş, daha “ucuz” yollardan eğlence üreterek ve yapılmak istenen “gerçekçilik” bazındaki sanatı aşağılayarak insanların özgür iradeleriyle ulaşmaya çalıştığı sanatı yok saymıştır.

Rusya’nın dünya kültür devi haline gelmesinde halk kültürü gelenekleri olduğu kadar, bizde Deli diye anılan Büyük Petro ile, genç yaşta d’Anthes’e düelloda yenilen Puşkin’in reddedilemeyecek katkıları oldu. Çar I.Nikola’dan nefret edecek kadar uzak duran Puşkin, elbette sosyalist değildi, ama şiirleri elden ele dolaşarak Çarlığa karşı yüz yıldan fazla süren bir savaşın ilk ateşlerini yaktı.

Puşkin de bilirdi herhalde Karamzin türü şiirler yazarak yönetimle arasını hep iyi tutmayı ve rahat yaşamayı. Lermontov da aynı şekilde.

Demem o ki, bizi 11 yıldır “darbe” öcüsüyle korkutan, haksızlıklara yapılan başkaldırıyı “darbecilikle” suçlayan AKP yönetimi, kendi silahlarıyla kendisinin karşısına bir başka gücün çıkabileceğine hiç inanmıyordu. Şimdi yine bağırıyorlar, darbe diye, ama bu kez toplumun diğer katmanlarıyla, ne bileyim en azından aydın olanlarıyla ilgilenmiyorlar. İşte bu gibi ortamlarda filizleniyor sosyalist sanat. Bir kendimizi toparlayabilsek, havada uçuşan yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, kara para aklama seanslarından bir soluk alabilsek, bu dünyanın gerçekten yaşanmaya değer bir yer olduğunu anlayacağız.

O günler de gelecektir elbet.