Gerici İsmail’in ettiği…

Gaf mı?

Dil sürçmesi mi?

Gündem değiştirme hamlesi mi?

Hiçbiri değil… Karşımızda ne dediğini gayet iyi bilen, gizli ajandası olmayan, yıllarını şeriat mücadelesine adamış, İlim Yayma Cemiyeti, Milli Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı, Nakşibendi tarikatı tezgâhlarından geçmiş, ömrü boyunca laiklik, cumhuriyet, eşitlik, özgürlük, kamuculuk gibi ileri değerlere düşman olmuş kökten şeriatçı bir gerici duruyor.

“Dar-ül harp” olarak gördükleri Türkiye’yi “Dar’ül İslam” haline getirmek için çalışan, emperyalizm-TÜSİAD-Genelkurmay üçlü sacayağı tarafından o makamlara kadar getirilen Amerikancı-İslamcı bir  siyasetçiyle karşı karşıyayız.

Tarikatlar ve tekeller tarafından var edilen, yaşatılan, ayakta tutulan İslamofaşist AKP diktatörlüğünün tepe noktasındaki önemli bir isminden söz ediyoruz.

Amerikan emperyalizminin bu topraklardaki en has kadrolarını yetiştiren Milli Türk Talebe Birliği adlı teşkilatın başkanlığını yapmış olan İsmail Kahraman, “Bütün gericiler Amerikancıdır" formülünün en tipik temsilcisi. Emperyalizm yetiştirmesi ve emperyalizmin en sadık işbirlikçisi.

Kimliği ve kişiliği bunca açık bir gericinin takiyye yapmaya, gündemini gizlemeye, sol gösterip sağ vurmaya ihtiyacı yok. Hele ki 2016 Türkiye’sinde…

1969 Şubat’ında, Soğuk Savaş döneminin en kanlı döneminde, devrimci, ilerici, sosyalist öğrenci ve yurttaşlara karşı gerçekleştirilen Kanlı Pazar saldırısının baş sorumlularından birisi olan İsmail Kahraman’dan “laik bir Meclis Başkanı” olmasını beklemek zor. Burada suçu İsmail Kahraman’a yüklemek yetersiz ve eksik bir değerlendirme olacaktır. Asıl sorgulanması gereken, “kökten şeriatçı”, “gerici”, “laiklik düşmanı” olduğunu asla gizlemeyen İsmail Kahraman’ı, TBMM Başkanlığı koltuğu ile buluşturan siyasal müdahale ve süreçlerde kimlerin parmağı, kimlerin payı, kimlerin emeği ve çabası vardır? Bu soruya odaklanmak ve mücadeleyi bu perspektife oturtmak gerekmektedir.

Mesele sadece yobaz İsmail’le mücadele etmek değil, bu ucube düzenin gerici değerleriyle mücadele etmektir.

***

İsmail Kahraman’ın sözünü ettiği “dindar anayasa” kavramı, Anayasa Hukuku literatüründe olmayan bir kavram. İsmail Kahraman “dindar anayasa” derken, aslında kastettiği, şeriatın anayasa haline getirildiği bir islamcı dikta rejimidir.

Yani şu anda büyük ölçüde fiili olarak hayata geçirilen ancak henüz bir anayasası olmayan rejim: “Yeni Türkiye” dedikleri garabet.

Ve önceki gün Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de bir kez daha gördük: Bu topraklarda laikliği savunan, savunurken de gazdan, coptan, mermiden sakınmayan bu memleketin sosyalistleri, komünistleridir…

***

Kılıçdaroğlu çok “sert” konuşmuş! Demiş ki, “Laiklik tasavvuf dünyamızın da güvencesidir!”

Demiş ki, “Laiklik din ve vicdan özgürlüğüdür!”

İsmail Kahraman’ı eleştirmiş mi, desteklemiş mi, pek belli değil… Çünkü CHP’nin başındaki zat, tasavvufun olduğu yerde laikliğin olabileceğini sanan bir zavallı! Laikliğin “din ve vicdan özgürlüğü” olduğunu düşünen bir AKP payandası!

***

HDP’li Figen Yüksekdağ ise "özgürlükçü laikliğe susamış topraklarda yaşadığımızı” söylemiş.

“Özgürlükçü laiklik" kavramı, 1990’larda liberal gerici Birikim çevresinin kullandığı ve laikliği kavramsal planda bozmakta önemli rol oynayan bir kavramdı. Bu teze göre, Türkiye'de “baskıcı, tepeden inmeci, jakoben bir laikçilik” uygulanmaktaydı. Yıllar boyu bu yaveleri bir yavan sakız gibi çiğneyerek şeriatçıların, insanlığın en önemli kazanımlarından biri olan laikliği sıfırlayabilecekleri makamlara erişmelerinde en kritik işlevi yerine getirdiler.

Laiklik kavramının içini boşaltmaya, laikliği “özgürlükçü laiklik”, “inançlara saygılı laiklik”, “sekülerlik” gibi müdahalelerle sulandırmaya çalışan liberal ihanet odaklarını unutmamak gerekiyor. Ve kimlere hizmet ettiklerini de…

“İnançlara saygılı laiklik” ve “özgürlükçü laiklik” lafazanlığının, aslında laikliğin tümden inkârı anlamına geldiğini, bu liberal hileye kanmamak gerektiğini de sık sık hatırlamak gerekiyor.  

***

Laiklik mi?

Aklın özgürleşmesidir. İnsan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten ve özellikle dinsel vesayetten korumak, güvence altına almak, aklın özgürleşmesini gerçekleştirmek; bunun karşısında dinsel inançları özel yaşam alanlarına ve siyasetin dışına göndermek.

Tam da bu nedenle…

Hiç sakınmadan çekinmeden, ağzımızda eveleyip gevelemeden, açık yüreklilikle ve netlikle ve de son derece yüksek bir sesle “laiklik” savunusu yapmak zorundayız.

Sola, sosyalistlere, aydınlanmacılara, ilericilere, komünistlere düşen görev bu. Bu hem siyasal bir görev, hem insani ve vicdani bir ödev.

Zorbalıkla, despotlukla, sömürüyle mücadele etmenin olmazsa olmaz koşuludur laiklik mücadelesi. Laikliği içselleştirememiş bünye, zorbalıkla da mücadele edemez, sömürüyle de…

Aydınlanma ve laiklik, yaşamsal bir ihtiyaç. Kim ki laikliği savunanlara, laiklik duyarlılığı taşıyanlara "laikçi" diyor ve bu sözcüğü aşağılamak için kullanıyorsa, o en büyük yobaz, bağnaz ve gericidir!

Bize düşen, bu mücadelenin sınıfsal mücadeleden ayrılamayacağı bilinciyle laiklik mücadelesi vermektir. Laikliğin, insan aklını ve yaratıcılığını her türlü vesayetten kurtarma hamlesi olduğunu bilerek. Laikliğin, insan aklının ve yaratıcılığının yegâne güvencesi olduğunu görerek.

[email protected]

twitter.com/_ahmetcinar_