Vasıflı Emek Saplantısı 'Yeni Faşizm'in Ürünüdür - II

Geçen ayki yazımı okuyan dostların bazıları "bu yazıda iki tema var" demişti. Birbirine bağlantılı iki tema... Birincisi vasıflı emek saplantısı üzerinden yaratılan faşist anlam dünyası ve bunun tüm eğitim kurumlarının, tüm politik akılların büyülü söylemi haline getirilmesi ikincisi ise, çok ülkeli şirketlerin (ÇÜŞ'lerin) 1990'lı yıllardan sonra vasıflı emeğe sahip olma tarzında ortaya çıkan dönüşüm ve küreselleşme olgusunun ulaştığı yeni ufukta, vasıflı emeğin kendi ülkesinde daha ucuza, sömürge fiyatıyla çalıştırılması olanağı böylece, topyekün bütün emek fiyatının dünya çapında ucuzlatılması süreci.

Bu iki gelişme aslında birleşiyor ve bir yandan birbirini kendi içinde çözüp anlamsızlaştırırken, diğer yandan da birbirinin anlamını güçlendiriyor ve daha anlamlı bir zeminde daha güçlü bir kapitalist/faşist dünyanın yollarını oluşturuyor.

Bu ayki yazımda, bir miktar, emeğin vasfı üzerine yürütülen tartışmanın kapitalist söylemdeki zeminini deşifre etmeye calışacağım. Önümüzdeki aylarda da bu konuda yazmaya devam edeceğim gittigi yere kadar, çünkü önemli olduğunu düşünüyorum. O nedenle okuyuculardan bunu bir seri yazı olarak değerlendirmelerini rica ediyorum bir miktar teorik tartışmanın da dahil edilmesi zorunluluğu dolayısıyla, kolay okunur bir yazı olamayacağı için şimdiden affınıza sığınıyorum.

Kapitalizmin gelişmesi ile makineli üretime geçiş arasında yakın bir bağlantı vardır. Makineli üretim mi kapitalizmi ya da kapitalisti güçlendirmiştir yoksa kapitalizm ve kapitalist mi makineli üretimin öznesi olmuştur sorusu, aslında, bir tür 'yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan' hikayesine benzer bir birliktelik ortaya koyar. O nedenle, vasıf tartışmalarını anlamaya çalışmanın ilk koşulu, makineleri ve teknolojik gelişmeyi bilmekten geçer ki belki de bu nedenle vasıf tartışmalarının temelinde de teknoloji tartışmaları yer almaktadır.

Vasıf tartışmalarının yürütülebilmesi, en başta işbölümü olgusuna ve montaj hattına bağlıdır. İşbölümü elbette ki tek başına yeterli değildir, en azından Adam Smith'in Ulusların Zenginliği kitabında anlattığı anlamda işbölümü, vasıf tartışmalarını kavramamız için yeterli değildir. Vasıf tartışmalarını anlamlandıran işbölümü, işyerinde bir bütün gibi duran tek bir işin çok küçük, adeta işin doğasını anlamsızlandıracak oranda küçük parçalara bölünmesi ve her bir parçanın aslında bu işin bütününü yapabilecek bir vasıf düzeyine sahip olmayan eğitimsiz ve düşük ücretli işçilere yaptırılması üzerinden yürür. Kapitalizm bu sayede hiçbir vasfı olmayan işçileri, çok büyük projelerin içerisinde eriterek bütünde anlamlı bir iş ortaya çıkartır. Elbette hem bu işin sürdürülebilmesi için hem de denetlenmesi için teknoloji gerekir.

Teknoloji denildiğinde basit makine teknolojilerini anlamamamız gerekir. İş yapma tarzlarının ve iş örgütlenmelerinin kendisi de bir tür teknoloji olarak karşımıza çıkar. Böyle bir örgütlenmede, işin tamamını bilen ve örgütleyenlerle, işyerinde, deyim yerindeyse, basit bir vidayı sıkan işçi arasında bir hiyerarşi ortaya çıkar ki bu hiyerarşinin emek bazında kavramsallaştırılması, farklı vasıf düzeylerini ifade eder.

Makineli üretim de bu hiyerarşik örgütlenmenin mekanizasyonunda etkili olmakta, hem işyerindeki hiyerarşi ve otoritenin kişiselleştirilmesinin önünde bir tampon görevi görmekte, hem de emeğin ritmi makinenin ritmine bağlanarak, emeğin mekanizasyonu sayesinde emeği daha çok denetlenebilir, hata yapan ve yavaş çalışan işçileri daha rahat görülür kılmaktadır. Makineli üretim, makineye bağımlı çalışan emekçilerle, bu çalışmanın ritmini, emeğin ve sabit sermayenin yoğunluğunu belirleyen sermaye ve vasıflı emek arasında da her zaman derin bir hat yaratmıştır.

Bu yazının temel sorunsalı, günümüz kapitalist birikim modelleri çerçevesinde bunun tam tersini iddia etmeye yoneliktir: Küresel kapitalizmin gelişme seyri içerisinde, özellikle vasıflı ve vasıfsız emek arasına kurulmuş ve zaten kendisi yapay/sahte olan hiyerarşinin sahteliği tüm emek katmanları tarafından her geçen gün daha görülür hale gelmekte ve bir bütün olarak da emek ve sermaye çelişkisi derinleşmektedir.

Tekelci kapitalizm olarak adlandırabileceğimiz 1945-1975 arası dönemde uluslararası üretim örgütlenmesinde mamul mal üretimi genellikle gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmıştır. Buna bağlı olarak bu dönemde bu ülkeler genel olarak sanayileşmiş, fabrikaya ve makineye hükmeder konuma yerleşmiştir. Geri bırakılmış ülkeler ise daha çok yarı mamul mal ve hammadde üreticisi konumundadır. Uluslararası işbölümünde, gelişmiş ülkeler az gelişmiş ülkelere mamul mal ile makine ve teçhizatı pahalıya satmakta, karşılığında ucuz hammadde ya da yarı mamul mal almaktadır.

Bunun dışında gelişmiş ükelerin geri bırakılmış ülkelerden aldıkları önemli bir üretim unsuru daha vardır, vasıfsız emek. Geri bırakılmış ülkelerin vasıfsız emeğini uluslararası işçi göçleri yoluyla, ihtiyaçları doğrultusunda kendi ülkelerine çekmekte, bu sayede ucuz işgücüne sahip olmaktadırlar. Bilindiği gibi, 1950'li yılların ortalarından 1970'li yıllara kadar Türkiye de özellikle Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, Avustralya dahil, birçok ülkeye vasıfsız emek ihraç etmiştir. Dolayısıyla, kendi ülkesinde üretim yapan gelişmiş ülkeler bu dönemde hem vasıflı hem de vasıfsız emeğe fazlasıyla ihtiyaç duymuştur.

Vasıflı emek ve vasıfsız emek bu dönemde aynı fabrikada çalışmaktadır, ancak tekelci kapitalizm, vasıfsız emeğin denetlenmesi, sevk idaresi görevini vasıflı emeğe ihale etmiş, bu sayede emek sermaye çelişkisinin büyük kısmını emek-emek çelişkisi şeklinde görünür hale getirmiştir.

Günümüzde vasıfsız emek eski konumunu görece korurken hatta ekonomik refah bakımından çok daha kötü yaşam koşullarına gerilerken, vasıflı emeğin, her geçen gün hem ekonomik refah hem de işyeri hiyerarşisindeki konumu bakımından vasıfsız emeğe yakınlaştığını gözlüyoruz.

1975'ten başlayarak, gelişmiş ülkelerdeki fabrikaların bir bir sökülüp az gelişmiş ülkelere taşındığına şahit olduk. Bu tarihten itibaren de bizim emekçilerimiz Avrupa Birliği'nin eski faşist ülkeleri başta olmak üzere birçok ülkede sorun olarak algılanmaya başlandı. Gelişmiş ülkeler, fabrikalarla birlikte vasıfsız emek gereksiniminden de kurtuldular. Artık vasıfsız emek geri bırakılmış ülkelerde kalmaya, vatanında sömürülmeye mahkum edildi. Bu tarihlerden itibaren de vasıflı emek tartışmaları faşizan bir söylem çerçevesi içerisinde örülerek tüm dünya emek politikaları açısından ön plana yerleştirildi. Nedeni açık! ÇÜŞ'ler, dolayısıyla da gelişmiş ülkeler artık vasıflı emeğe ihtiyaç duymuyordu. Baskın ideoloji de her zaman merkez ülkelerinde üretilip çevre ülkelere katman kataman yayılan bir seyir izlemiştir. Düşünmeyi unutup, öğrendikleri yabancı dil sayesinde merkez ülkelerinde ortaya çıkan fikirleri, zaten süzgeçleri olmayan kafalarından geçiremeyen çevre ülke baskın ideoloji aydını da, ne olduğunu anlamadan bu fikirlerin yılmaz savunucusu kesilir. 'aklı' olmayana 'Akıl' vermek her zaman kolaydır.

Küresel fabrika olgusuyla ortaya çıkan bir başka önemli gelişme ise denetleme sürecinin vasıflı emekten alınıp, uluslararası standartlara verilmesi oldu. ISO standartları, toplam kalite uygulamaları, fabrika ortamında vasıflı emeği bu standartların basit birer uygulayıcısı konumuna dönüştürdü.

2000'li yıllara kadar uluslararası emek göçü, geri bırakılmış ülkelerden gelişmiş ülkelere iyi eğitimli vasıflı emek ihracı şeklinde ortaya çıktı. Bu ihracatı daha kalifiye kılmak için de vasıflı emek söylemi üzerinden yeni faşizm imal edildi. Bütün bilim kuruluşlarımız, milli eğitimi esas alan kuruluşlarımız, bu ülkede iyi yetişen insanların büyük çoğunluğunun gelişmiş ülkelere kaçacağını görerek ama akılları olmadığı için bunun ne anlama geldiğini asla anlamaksızın, başkalarının aklını ödünç alarak, ülkelerin gelişmişlik düzeyi yetişmiş insan gücüne bağlıdır, eğitim düzeyine bağlıdır, deyip durdular. Maliyeti bizim ülkelere yükleyip gelişmiş ülkeler için ihtiyaç duyulan emek birikimini yaratmak için seferberlik başlattılar.

Belki günümüzde Hindistan, Çin gibi ülkeler de bu fikirleri destekleyici yönde kanıt sunuyor bu aklı ötelerden gelen zevata. Önümüzdeki günlerde Türk mühendisi, mimarı, doktoru, bilim adamı vs. de Avrupa ÇÜŞ'leri için Türkiye'de bilgi üretecek, araştırma ve geliştirme (ARGE) faaliyeti yapacak. Bu işleri Avrupa fiyatının beşte birine yapacak hem de! Küresel/taşeron fabrikalar gibi, küresel/taşeron ARGE kurumları ortaya çıkıyor. Ve her geçen gün başka ülkeler bu yarışa dahil olacak ve her geçen gün, aynen üretimde olduğu gibi, entellektüel emeği pazarlama konusunda da geri bırakılmış ülkeler, emeğini ÇÜŞ'lere daha ucuza pazarlamak için birbirleriyle yarışa girecek. Emek maliyetleri çıtası aşağılara çekilecek, bu yarışta gerçek kazananlar sadece ÇÜŞ'ler olacak.

Asya kaplanları mucizesini yaşadık. Güney Kore mucizesini gördük. Şimdi de Hindistan ve Çin mucizesini yaşıyoruz. Kapitalizm kendisine ucuz işgücü olanağı bulunca bunu "mucize" olarak adlandırıyor. Biz de mi böyle adlandıracağız?