Gazeteci için ‘gizli belge’ ne demek?

Öncelikle Başbakan’a, Adalet, İçişleri Bakanlarına öğretmek, hatırlatmak gerekir

Kamuoyunu, halkı ilgilendiren her olay yazılır, haber yapılır.

Gazeteci için, “gizli belgedir yazılmaz” diye bir kural yoktur.

Eğer söz konusu olan, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık, sahtecilik, savaş kışkırtıcılığı, halkı kin ve nefrete sevk etme, halkı aldatma gibi konularsa bunu yazmak, yayınlamak gazetecinin görevidir. Tersine, yazmazsa gazetecilik görevini ve sorumluluğunu yerine getirmemiş, görevini kötüye kullanmış olur.

Böyle bir bilgi, belge üzerine, bir devlet memurunun “gizli”, “çok gizli” damgasını basması gazeteciyi bağlamaz.

Hırsıza hırsız, sahtekara sahtekar demek bir kağıt üzerine bir damga basmakla önlenemez.

Burada sadece iki ölçü vardır birincisi, bilginin belgenin ”doğru” olması. İkincisi ise kişinin şeref ve onurunu rencide edilmemesi, hakaret içermemesidir.

ABD’de 1974 yılında Watergate skandalı, gizli telefon dinlemelerinin gazeteci tarafından ortaya çıkarılması ile ilgilidir. Bundan sorumlu olan Başkan Nixon istifa etmek zorunda kalmıştır. Burada gizli bir belge söz konusudur, halkı çok yakından ilgilendiren yasa dışı bir tutum olduğu için Başkan Nixon’a rağmen yayınlanmıştır.

Yani demem o ki, Başkan, Başbakan, bilmem kim istemiyor diye halkın bilmesi gereken “yasa dışı” organize işlerin yayınlanması önlenemez.

İkinci örnek bizim ülkeden.

Uğur Mumcu, 12 Eylül darbesinin ardından, gizlenen Bakanlar Kurulu kararları da dahil devletin gizli belgelerine ulaştı. Devlet memuru olan ve yurtdışında görevlendirilen din adamlarının, imamların maaşlarının Suudi Arabistan kökenli Rabıta adlı örgütün ödediğini belirledi, belgeledi, yazdı.

Buna Kenan Evren ve onun hükümeti de çok kızdı. Ancak yalanlayamadılar.

Ülkemizin itibarını sarstığı gibi “suç” olan bu olayı yazmak, kamuoyuna duyurmak gazetecinin göreviydi.

Çünkü Uğur Mumcu “Alo Fatih” familyasından değildi. Bağımsız, özgür gazeteciydi.

AKP iktidarında açıklanan iddianamelerin yazılması bile, “gizli belgenin açıklanması” suçu olarak görüldü. KCK basın davasından yargılananlar başta olmak üzere birçok gazetecinin “suçları” arasında bu konu da var.

Bugünlerde MİT’e dokunulmazlık getiren yasa değişikliğinde, her kişi ve kurumun özeline, bilgilerine el koymanın yanında, “gizli” belgeyi yazana, yayınlayana da ağır cezalar öngörüyor.

Eş zamanlı olarak da, interneti de HSYK’yı da hükümetin kontrolüne teslim eden yasalar TBMM’den geçiriliyor.

Aynı günlerde iktidarın yargıçları Ankara’da 6 ilçede, polisin 15 gün süreyle kişilerin üstlerini, eşya ve özel bilgilerini arama kararı alıyor. Ankara Barosu’nun itirazı üzerine kaldırılıyor ancak benzer karar iki gün sonra İstanbul’da alınıyor.

Diktatörlüklere özgü kararlar alınıyor, yasalar çıkartılıyor. Bu çırpınışlar iktidar için kurtuluş değil. Daha çok batmak, daha çok suça bulaşmak demek.

Pisliklerin, devlet hazinesini soyanların bilinmemesi için evrakların üzerine ne kadar “gizli” damgası basarsanız basın sonunda gerçek ortaya çıkıyor. Gazeteci de bunu yazar.

Bu ülkede sadece, ”Alo Fatih”lerin, “padişahım çok yaşa” gazetecilerinin olduğunu sanmak büyük yanılgıdır.

Başbakan, “Alo Fatih” ses bandı ortaya çıktığında, ”arayan siz miydiniz?” diye sorulduğunda, “evet aradım” diye itiraf etmiş ve eklemişti ”Onlara (o gazetecilere) bazı şeyleri öğretmek lazım.”

Biz bağımsız gazetecilerin de, ülkeyi yönetenlere öğretmemiz ve yinelememiz gerekir ki, gazeteci için gizli belge diye bir şey yoktur, “doğru” bilgi olması yeterlidir.

Konuyla ilgili olmasa da yine de aklıma geleni söylemeliyim.

3 ay mı desem, 5 ay mı desem tez zamanda, şöyle bir haber görürsek, duyarsak şaşırmayalım:

4 günden beri ortalarda görünmeyen iktidarın başının yurt dışına kaçtığı, ailesini daha önceden dışarıya gönderdiği belirtiliyor.

Gittiği tahmin edilen ülkeler arasında Katar, Suudi Arabistan sayılıyor. Ağırlıklı ihtimal ise, birkaç gün önce “kapımız kendisine açıktır” diye açıklama yapan El Beşir’in ülkesi Sudan olduğu ifade ediliyor.

Haydi hayırlısı.