Geçen hafta bu köşede bir imza metninden söz etmiş ve onu imzalayan “3 bini aşkın entelektüelin her birinin kapitalizmi kurtarmak için kolları sıvadığını düşünmek için nedenimiz yok.” demiştim. Önemli olan kişilerin niyeti değil. Emekçiyi insan yerine koymayan sermaye sınıfıyla el sıkışmaya çalışmak, bir işleve denk düşüyor. Konumuz bu işlev… 

Reformizm mi Sol Komünizm mi?

Solun sorunu hangisi? 

Hadi “genel olarak” demeyeyim de, Türkiye için konuşacağımın altını çizeyim… 

Solun bugüne kadar başarılı olamamasındaki temel etmen reformistlik, yani düzenin kökten değişmesini öngörmemek midir? Yoksa sol acil ihtiyaç ve taleplerle ilgilenmeyip nihai hedefe takılıp kaldığı için mi başarılı olamamıştır?

Bu gerçek bir tartışma ve önümüzdeki dönem, pandeminin, ateşine benzin döktüğü kriz ortamında düze çıkış stratejileri çok konuşulacak. Şimdiden başladı zaten… 

Lütfen bu tartışmayı, tarafları aptal yerine koyup iki “aşırı uçta” yürütmeyelim. Yani ne güncele, somuta, acil soruna vurgu yapanların tamamının “yeter ki bu düzen sürsün gitsin” diye düşündüklerini varsayalım; ne de reformistler kalkıp bize hayatın gerçekleri, vatandaşın ihtiyaçları, sokağın çamuru diye akıl öğretmeye kalksın!

Yöntem önerim şudur: Doğru düzgün tartışmak için reformistin de devrimcinin de akıllı insanlar olabileceğini varsayalım!

*    *    *

Geçen hafta bu köşede bir imza metninden söz etmiş ve onu imzalayan “3 bini aşkın entelektüelin her birinin kapitalizmi kurtarmak için kolları sıvadığını düşünmek için nedenimiz yok.” demiştim. Önemli olan kişilerin niyeti değil. Emekçiyi insan yerine koymayan sermaye sınıfıyla el sıkışmaya çalışmak, bir işleve denk düşüyor. Konumuz bu işlev… 

Ha, bu arada dünya ve memleket meselelerini konuşurken kırılmaca, gücenmece de olmaz. Konumuz nezaket değil… 

Hatırlatmak gerekirse, geçen hafta demeye çalışmıştım ki, reform programları, eğer sermaye sınıfı ile, onun isteklerini göğüsleyip geriye püskürten emekçiler arasında oluşan bir pat durumundan türemiyorsa, düzenin ömrünü uzatmaya yarar. Reform, onu ortaya atanlar farkında olsun olmasın, düzenin sosyalizm doğrultusunda “yıkılmasının gerekmediğini kanıtlamaya” hizmet edecektir.

Kırılmaca, gücenmece yok; karşımızda emek, insanlık, hatta gezegen düşmanı bir sınıf var. Bu sınıfın egemenliğine hizmet etmek karşı-devrimci bir işlev değil midir?

Buraya kadarı geçen haftayı hatırlamak içindi. Günün sorusu ise başlıkta: Türkiye solunun geçmişte ve bugün temel sorunu veya yanılgısı, düzen içi kısmi ve acil kazanımları önemsememek mi olmuştur, yoksa sosyalizmi belirsiz bir geleceğe ertelemek mi? 

*    *    *

Şöyle de ifade edilebilir: Türkiye solunun geçmişte ve bugünkü sorunlarını aşmak için, ille büyük devrimci Lenin’in eserlerine başvuracaksak, başucuna konması gereken kitap Nisan Tezleri midir, Sol Komünizm mi? 

Tabii ki biliyoruz; Nisan Tezleri devrimin içinde ve seherinde, Sol Komünizm ise devrimin gurup vaktinde yazılmıştır. 2020 Türkiye’sinin “devrimin sonrası” olmadığı belli. Arifesi olup olmadığı konusunda ise kesin bir kanaat sahibi olamayız. Bana sorarsanız, “Birinci Dünya Savaşından eksik bir pandemi kalmıştı” derim! İspanyol gribiymiş 100 yıl önce... Kovid kılığına girip geri geldi işte… Ama bu kadar benzerlik bile devrimin yaklaşmakta olduğuna dair kanıt oluşturmaz.

Madem öyle yaşanmışlıklara bakacağız. Yani tarihe…

*    *    *

Türkiye’de sol, yabancı değil, bizim Partimiz, TKP’miz, 1925’te bir kongre toplar. TKP tam Kemalizmi hangi koşullarda destekleyebileceğini netleştirmeye çalışırken Takrir-i Sükûn patlayacaktır. Kemalist devrimle ilişki elbette çok önemlidir, ama egemenler solun güncel, acil meselelere ilişkin görüşünü duymaya bile tahammül edemezler; sessizlik istemektedirler. 

İkinci Savaş biterken TKP Nazizmin yenildiği dünyada demokrasinin bize de geleceğine inanır. Ve zorlamaya başlar; faşizmin, ırkçılığın, emek düşmanlığının sınırlarını geriye doğru ittirir. Solun güncel gereksinimlerin hakkını vermekte hiç kusuru yoktur, gerçekten işçi sınıfı kafayı kaldırır bu sayede. Sermayenin tercihi ise Soğuk Savaşın en kavurucusunu Türkiye’de sergilemektir.

1960’larda Türkiye İşçi Partisi ülke demokratikleşsin diye uğraşmıştır. Sol sendikal hareket grev ve toplu sözleşme hakkını birinci sıraya yazmış, sonra sarı patron sendikalarından bağımsızlaşarak işçi sınıfının ekonomik kazanımlarını hızla genişletmenin önünü açmıştır. Yanıt 12 Mart, olmadı 12 Eylül olacaktır.

Arıyorum, arıyorum; güncel sorunların çözümünü belirsiz bir sosyalizm geleceğine erteleyen kimseyi bulamıyorum… 

68 ile anılan gençlik hareketi militanca bir mücadeleyi yükseltir. Ancak yükseltilen talepler hemen o gün, herhangi bir acil sorun veya kısmi kazanım gözetilmeksizin sınıfsız topluma geçişe ilişkin değildir.  Hatta daha sonra Türkiye’de doğru yolun silahlı mücadele olduğunu gündeme getiren sol hareketler bile bu yolla bağımsızlığın kazanılmasını, feodalitenin tasfiyesini, düpedüz toprak reformunu hedefliyorlardı. Programlarında demokratik devrim yazıyordu ve demokrasinin kazanılmasını belirsiz bir geleceğe ertelemeye karşı çıkıyorlardı. Sosyalizm istemek için önce demokrasinin hakkı verilecekti.

Daha yakın zamanları bizzat hatırlayacak yaştayım. Türkiye’de ana akım sol hareketler aralarındaki anlaşmazlıklar ne olursa olsun, ve her biri kendi kulvarında ne büyük kahramanlıklar, ne onurlu mücadeleler vermiş olurlarsa olsunlar, 1970’lerde Milliyetçi Cephe’ye karşı “acil ve somut görev gereği” CHP’yi desteklediler. 

1980’lerde bu kez darbeyi geriletme görevi baskın çıktı. Yıllar geçti, demokratikleşme için eski MC lideri Demirel’e hayırhah bakıldı.

1990’lar “kirli savaş” günleriydi ve Kürt sorununun çözülmesi öncelikliydi. O sorun çözülmeden, değil sosyalizmden söz etmek, demokrasinin d’si bile gelmeyecekti. Şimdi sıra, Erdoğan’a karşı AKP’nin döküntülerini ittifak gücü ilan etmeye geldi… Kirli savaş günlerinin kontra içişleri bakanı Akşener’den başladık, Sivas katliamının Karamolla’sından geçip, Suriye fatihi Davutoğlu’na, özelleştirme şampiyonu Babacan’a geldik. Kadın eşitliği adına Gül’le omuz omuza vermeye ne dersiniz?

*    *    *

Görüldüğü gibi Türkiye solunun tarihinde demokratikleşmeyi ihmal edenler, lüzumsuz yere sekterlik yapanlar hiç yok değillerse bile, pek iz bırakmamışlar. O halde nereden uydurulup yazılıyor bu “sol sekterlik tarihi”? İnanmayın, uyduruyorlar!

Acil ihtiyaçları boş verip hemencecik sınıfsız topluma geçmeye çalışanlarla, varsa da bu yaşıma kadar ben tanışmadım. Ama “sosyalizm için acelesi yok, gidip el sıkışalım” diyenin eksik kaldığına da hiç tanık olmadım. 

Sonuç: Reformizm yenilginin, düzenin yelkenini yeniden doldurmasının en garantili formülüdür. “Sol hep bu nedenle yenildi” demeyeceğim, ama “kabahatin çoğu sosyalizmi güncel ve gerçekçi bulmayanlarda” demekten de kendimi alamayacağım.