Yolumu tüketmeye iki yüz adım kalmıştı, o soluksuz dinlediğim masalın doğduğu yere, yamacın içindeki büyük kınalı kayanın koynuna sığınmış, her mevsim akan pınarın başına gidecektim.

Bayram masalı…

Bahçede komşular dertleşiyor, yüzler gergin, bayram baklavası ikram etmiş Fadime teyze ama tatlı yerine zehir yiyorlar, İsmail Bey camiye gidememekten söz edince Deniz bir nutuktur tutturuyor ki sormayın.

“Ülke batmış, halk aç, işsiz, çaresiz, mahalle esnafı bile kaybetti, ben kiraları, faturaları ödeyemedim artık dükkânım yok, insanlar her gün ölüyor senin derdin cami, kıl evinde namazını, gitme, ne olur yani, her şey bitti, tek derdin bu mu?”

Susuyor İsmail Bey, baklava tabağını sandalyenin üstüne koyup kalkıyor yerinden. Fadime teyze aynı tabağı Deniz’e uzatıyor. “Ye evladım, iyice karıştı bunun aklı, daha dün önümüzdeki ay kirayı nasıl vereceğiz diyordu. Sanki camide para dağıtıyorlar, doğalgaz faturası için belediyeye küfretti kavga ettik, elektrik faturası için belediyeye küfretti kavga ettik, manava gitti eve geldi belediyeye küfretti, kavga ettik.”

Gülüşüyorlar, İsmail Bey badem ağacının gövdesine sırtını dayamış bağırıyor, “Her şeyin müsebbibi bu zındıklar. Hapis kaldık bu gâvurların yüzünden.”

***

Yağmur yağıyor, ayaklarımın altından kayıp gidecek gibi toprak, gökyüzü ağladıkça şimşekler çakıyor, gün ortasında karanlık oldu orman, köknar ve çam ağaçlarının orta yerinde yapayalnız kalmış bir ardıç ağacının dallarından oluşan kovuğa sığındım. Yolumu tüketmeye iki yüz adım kalmıştı, o soluksuz dinlediğim masalın doğduğu yere, yamacın içindeki büyük kınalı kayanın koynuna sığınmış, her mevsim akan pınarın başına gidecektim. Yabangülleri ile aşk merdivenlerinin sarmaş dolaş olduğu, sincaplar ve tavşanların kana kana su içmek için sıra beklediği, kelebeklerin dans ettiği yer.

Yukarıda yıldırımlar yarışıyor, sokuldum ardıç ağacının köklerine doğru. Topraktan hayata taşan koku düş gezginlerini bile baştan çıkarır.

Mücevher idi anneannemin adı, diz kapaklarına kadar örgülü saçlarını evin balkonunda tararken saatlerce seyrine dalardım. Söylediği türküler an gibi belleğimde, öylesine bir sızı ki içinde sakladığı, susuz kalmış dere başlarında yapayalnız bekleşen yağmur kuşları gibi çaresiz.

15 yaşında bir çocuktum, Ferhad’ın Şirin için demirden dağı deldiği bölümü anlatırken bahar dalları gibi ağladığını anımsıyorum.

Ulaşmak istediğim pınar bu masalın bana ilk anlatıldığı yer. İzin vermiyor yıldırımlar, şimşekler. Korkudan titreyen tavşan gibi sindikçe sarılıyorum ardıç ağacına.

***

Ferhad ile Şirin şimdi masamın üstünde duruyor. Onunla tanıştığım ilk günden bugüne; ne o pınar gözesi kaldı, ne anneannem Mücevher ne yıldırımların, yağmurların, şimşeklerin ormanla dansı, ne çocukluğun mavi düşü ama masal denen o gerçeklik yaşıyor. Zalimin zulmüne elindeki gürzüyle aşk ile direnen, demirden dağı delmek için yalnızca yüreğindeki sızı dolu güce sevdalanıp, yeri-göğü inleten bir ah ile bağıran Ferhad olmak var. Uçsuz bucaksız bir çam ve köknar ormanı olup dansa durmak gibi.

***

Fadime teyze torunu Ali ile bir tabak baklava gönderiyor. Haliç’e doğru sızı gibi yağmur başlıyor. Serçeler, güvercinler ve martılar damların saçaklarına, kediler sığınaklarına kaçışıyorlar. Üst üste gök gürlüyor. Kendimi ardıç ağacının kovuğuna gizlenmiş, köklerin ve dalların toprakla buluştuğu yerde düşlüyorum.

[email protected]