Uçurtmayı Vurmasınlar politik bir film değil mi?

​Bir süredir yandaş Sabah gazetesi eski düşüncelerinden pişmanlık duyan 'hayatının bir döneminde sola bulaşmışlar' için günah çıkarma kabini gibi işlev görüyor. Malum rejim değişti, eski hayattan kalan yüklerden kurtulup arınmak gerek. Söyleşi çağrısına icabet etmek, sonra sola ve cumhuriyete sövmek ve bir parça dönem övgüsü yapmak günahlardan arınmak için yetiyor.

Orhan Gökdemir

Biz daha Erdal Beşikçioğlu’nu sindiremeden Tunç Başaran koştu kabine. Tek parti dönemi ve İsmet İnönü’ye sövdü saydı. 27 Mayıs darbesini lanetleyip bugünün iktidarına bir öpücük gönderdikten sonra sıra geldi günah çıkarmaya. “Sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı” dedi. Gerisini kendi sözleriyle aktarmasam eksik kalır:

Soruyor havuz gazetesinin muhabiri: “Uçurtmayı Vurmasınlar filminiz, bir döneme damga vurdu. Hatta Türkiye'nin ilk Oscar aday adayı oldu. Film, 12 Eylül dönemini anlatıyor bir çocuğun gözünden...”

İtirafı başlıyor: “Hayır. Katılmıyorum size” diyor “Bir sevgi filmidir 'Uçurtmayı Vurmasınlar'. Filmi bu duygularla yaptım. Hiç politik bir film değil düşünülenin aksine. Ben filmde mekân olarak hapishaneyi seçmiştim sadece. Aynı filmi tren garında da çekebilirdim. Benim amacım sevgiyi anlatmaktı. Sanat eserlerini herkes kendine göre yorumlar. Bence sanatın politik bir amacı yoktur, zaten olmamalı.”

Muhabir yeterli bulmuyor itirafı “Sanatçılar için de aynı şeyi düşünüyor musunuz?” diye ekliyor. Başaran, “Sanatçı hizmeti kendine yapmalı. 'Ben solcuyum, sol film yaparım. Sağcıyım sağ film yaparım' diye bir şey olmamalı bence. Sen yap, filmini izleyen kendi dünyasına göre yorumlasın. Sanatçının ideolojisi varsa kendine saklasın” diyor.

Muhabir “neden tren garında çekmedin” diye sormadığı için tercihinin nedenini bilemiyoruz. Ama sonuçta film tren garında değil, bir cezaevinde çekilmiştir. Üstelik sol için oldukça sembolik bir cezaevidir mekân. Sanırım film çekilirken cezaevi hâlâ faaldi. Tunç Bey “kamera” diye bağırdığında yan koğuşta çile dolduran solcular çekilen filmden haberdar olmuştur. 

“Uçurtmayı Vurmasınlar” 1989 yapımı. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşmiş. 1989 yapımı olduğuna göre 1988 yılında çekilmiş olmalı. 1987 yazında o cezaevinin koğuşlarından birinde tutuklu gazeteci olarak ikamet ediyordum, havasını kokladım. Bu cezaevi her şeyden önce mekân olarak politiktir. Örgütçü militanıyla ve sol aydınıyla hemen herkes buradan gelip geçmiştir. “Ankara Palas” olarak tanınmasının nedeni bir şekilde solun yolunun buraya düşmüş olmasındandır. Kadınlar koğuşu, görüş kabinlerine giden ana yol üzerinde sağdadır. Burayı geçince “idare” önünde yaşlı bir ağaç keser önünüzü. Denizlerin darağacı burada kurulmuştur. Artık “müze”, isteyen ziyaret eder, havasını solur. Haliyle deneyimli bir yönetmenin burayı seçmiş olmasını rastlantı sayamayız.

Filme gelince, beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve elbette sevginin öyküsüdür anlatılan. Kadınlar koğuşunun zoraki mahpusu annesi esrardan tutuklu küçük Barış'ın bu dört duvar arasındaki hikâyesidir. Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, avludaki duvarların çevrelediği kadar kalmış olan gökyüzünde dışarıdaki çocukların uçurtmalarını izlemektedir. Barış'ın yoldaşı, “İnci Abla” koğuşun solcusudur. Barış annesinden çok ona tutkundur. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermiştir İnci. Uçurtma, içeride isen özgürlüktür. Özgürlük uçurtma olup her daim geri döneceği umulan İnci’dir, soldur. Doğaldır, 12 Eylül karanlığının çöktüğü ama henüz aydının, sanatçının soldan yüz çevirmediği bir zaman aralığıdır. 

Politik film değilmiş… Günah çıkarmak değilse utanır insan bunu söylemeye. Çok mu önemli niyeti? Bugün Türkiye cezaevlerinde 703 bebek anneleriyle beraber çok ağır koşullar altında yaşamaya çalışıyor. 350’den fazla cezaevinde yaklaşık 17 bin kadın çile dolduruyor. Bu çocukların çoğu anne karnındayken cezaeviyle tanışmak zorunda kalanlar. Tunç Başaran bilmiyordur hatırlatayım, artık bu yeni nesil cezaevleri o kadar insanlık dışı inşa edildi ki uçurtmalara bakacak bir avlusu bile yok. 

Adı Tunç Başaran. 1938 tarihinde İstanbul‘da doğmuş. Marangoz Fikri ile yazar Pakize Başaran’ın oğlu. Memduh Ün‘ün, Ömer Lütfi Akad’ın, Halit Refiğ’in, Atıf Yılmaz’ın asistanı. 1989’da yaptığı filminin üstüne kustu dün, tarihini silip attı. Hem pişmanlık hem perişanlıktır. 

Diyor ki havuzdaki kabinde, 

- Tek parti dönemi faşistti insanlar sefalet içinde öldü.

- Atatürk sonrası tek parti dönemi, tek kelimeyle berbattı. İsmet İnönü mağduruyum. Tek parti dönemi, faşist bir dönemdi. Soldan da, sağdan da insanlar çok mağdur oldu. Sefillik içinde öldü insanlar. Karneyle ekmek alıyorduk.

- Milleti sokağa döküp 27 Mayıs Darbesi'ne kılıf buldular. '27 Mayıs darbe değil' diyen ahmaklar var hala bunları anlamak mümkün değil. Darbeydi düpedüz.

Hem sanatın politik amacı olmamalı de, hem de iktidarın politikasına bu kadar sarıl. Malum bu sözü Cumhurbaşkanlığının uçsuz bucaksız kurullarından birine atanan Orhan Gencebay sarf etmişti ilk. Sonra Erdal Beşikçioğlu onun izinden düştü havuza. Tunç Başaran’ın neyi eksik?

Solcu olmanın makbul sayıldığı dönemler geçti, devran döndü, AKP geldi, Tunç Başaran’ın nefret ettiği tek parti döneminin kapısını tekrar araladı. Bir parti devleti kurdu, cumhuriyeti yıktı, eğitimi dinselleştirdi. Elinin değdiği hemen her yerden Mustafa Kemal’in izlerini silmek için uğraşıyor. Ama Tunç Başaran İsmet İnönü’ye bakıyor hâlâ, tek parti iktidarı görüyor, Mustafa Kemal’in izlerini sildi diye nefret ediyor. 

Biliyoruz, günahlarını. 27 Mayıs’ta darbe bularak başlarlar. 27 Mayıs darbe kabul edilip 12 Eylül’le eşitlenince Menderes mağdur olur. Menderes mağdur olunca onu mağdur ettiği varsayılan İsmet İnönü kötü adama dönüşür. İnönü kötü olunca döneminde diktatörlük keşfedilir. Döneminde diktatörlük keşfedilince İnönü Mustafa Kemal’e de kötülük eden bir karaktere dönüşür. Böylece cumhuriyet silinir, geride içi boşaltılmış bir “Atatürk” kalır.

Tunç Başaran da içi boşaltılmış Atatürk hayranı, elinden Kuran’ı ve Nutuk’u eksik etmeyen -kendi sözüdür- içi boş bir Atatürkçüdür. İçi boş olunca Atatürk’e düşman bir rejime sığınmakta bir beis yoktur. 

Fakat hakkını da verelim yeni değil pişmanlığı. 2002’de bir gazeteye Menderes’in filmini yapmayı planladığını anlatmış. Menderes’i anlatacakmış amma Bu filmde politika değil, aşkları, zaafları çapkınlıklarıyla bir adamı anlatacakmış. Filmi yapmayı 29 yaşında planlamış, açıklamayı 64 yaşında yapmış. Mesafe böyle uzayınca muhabir “hayırdır” demek zorunda hissetmiş kendini. Açıklamış: “Dönem filmi yapmak için tarihi biraz beklemek lazım. Taşların yerine oturması gerekiyor. Asgari müşterekte herkesin birleştiği bir tarihin geçmesi gerekiyordu.” Koca yönetmen “korktum” diyecek değil ya!

Şimdi günah çıkarma kabininde çekiyor. Yakışır mı, yakışır. Zaten film adamdır Menderes. Türkiye’nin en baskıcı dönemine imza atıp “demokrat” diye hatırlanmayı başarmıştır. Kendi başarısından çok hikâyedeki ahmaklar nedeniyledir bu. 

Son sahnededir, Barış’ın gözünde otoritenin karanlık ve acımasız yüzü gökyüzündeki uçurtmayı vurmayı çalışan gardiyan ile belirir. Bir filmde uçurtmayı vurmaya çalışan gardiyanlar ve nahak yere mahpus yatan Barış’lar varsa o film politiktir. 

Politik film yapmamışmış… Baksana vuruyorlar uçurtmaları!