Özgür Şen'le laiklik üzerine: 'Laiklik ve piyasa yan yana gelemez'

Özgür şen: Laiklik bu düzen içinde kalarak savunulamıyor. Komünistler, bu düzene karşı bütünsel bir alternatif önerebildikleri için laiklik bağlamında hiç sorun yaşamıyorlar. Laiklik kavgasını bu düzene karşı verdikleri kavgayla birleştirebildikleri için tutarlılar ve siyaset yapabiliyorlar.

Ahmet Çınar

Komünist Parti Merkez Komite üyesi ve “Türkiye’de Laiklik ve Sol” kitabının yazarı Özgür Şen’le, 2015 yılında yaşanan iki seçim sürecinde partilerin laikliğe, dine ve dinselleşmeye yaklaşımları, geçtiğimiz yıl IŞİD ile birlikte zirveye ulaşan terör saldırıları ve solun tüm bu gelişmeler ışığında nasıl tavır alması gerektiği üzerine konuştuk. “Kapitalizm laiklikle barışmaz” diyen Özgür Şen, “Siyasetten parayı tasfiye etmeden, dini tasfiye edemezsiniz. Bunlar birbirine göbekten bağlı. Laik ama piyasacı bir düzen artık mümkün değil. Bunlar uzak bir geçmişte kaldı” diye yorumluyor, içinde bulunduğumuz dünyayı. 

Sorularımız ve Özgür Şen’in yanıtları şöyle:

“Türkiye’de Laiklik ve Sol” adlı kitabınızda, solun laikliğe nasıl bakması gerektiğini ve çarpıtılmış, manipüle edilmiş, ucubeleştirilmiş laiklik tanımlarıyla hesaplaşmanızı ortaya koymuştunuz. O kitabın üzerinden iki yıl geçti. Geçen yıl özellikle Charlie Hebdo saldırısı sonrasında Avrupa’da ve Türkiye’de yükselen bir laik dalgadan söz ediliyordu, şimdi dünya İslamcı fanatiklerin ortaya koyduğu bir dinci teröre karşı birleşmiş görüntüsü veriyor. Hatta Batı’da azımsanmayacak bir kesim bunun bir “uygarlık” savaşı olduğunu düşünüyor. Laiklik bu tartışmaların tam göbeğinde duruyor sanki. Kitabı yayınladıktan sonraki iki yıla genel olarak bir projeksiyon düşürürsek, görünen tablo nedir?

Kapitalizm laiklikle barışamıyor. Kitabın temel tezlerinden olan bu iddianın son iki yılda doğrulandığı kanısındayım. IŞİD ve diğer cihatçı terör örgütleri karşısında kendisini “uygar dünya” olarak niteleyen Batı’nın bu akımlara dönük tutumuna da bu yaklaşım damgasını vuruyor. Bizim anladığımız şekliyle laikliği zaten bir kenara koyun, ancak kendilerine has laiklik anlayışında da geriye gittikleri aşikâr. O suları hâlâ tehlikeli görüyorlar ve haklılar. Çünkü burjuva anlamıyla laiklik, gerçekten geçmişte kaldı ve yeniden laikleşme yalnızca bu sınıfsal temelden uzaklaşmakla mümkün. O da patronların ve tekellerin iktidarında imkânsız.

Peki bu durumda cihatçı terörle nasıl mücadele edilebilir?

Dünyada büyüyen cihatçı terörün panzehirinin laiklik olduğu çok açık. Ilımlı, aşırı gibi garip sıfatlarla sulandırılmış bir laiklikten değil, adlı adınca laiklikten, siyasete ve toplumsal yaşantıya sızan ya da hâkim olan tüm dinsel referansların temizlenmesinden ve dinin tekrar bu alanlara girmesine karşı aralıksız bir mücadeleden söz ediyorum. Dinsel terörün bu tabloda yeri yok. Ama bu tabloda yeri olmayan yalnızca dinsel terör değil ki… Dinle ilgili ne varsa siyasetten tasfiye edilmesine tekeller razı olabilir mi? Böylesi bir ileri atılımın insanlık için başka anlamları var. Bütünsel bir problemden söz ediyoruz. Laiklikle ilgili tartışmaların temel problemi hep buydu, hâlâ da bu. Laiklikle ilgili bir tartışmayı sermaye düzenini yok sayarak yapamazsınız. Örneğin, siyasetten parayı tasfiye etmeden, dini tasfiye edemezsiniz. Bunlar birbirine göbekten bağlı. Laik ama piyasacı bir düzen artık mümkün değil. Bunlar uzak bir geçmişte kaldı. Bu nedenle, bu düzen içerisinde zaman zaman laiklik adına geçici yükselişlere ve çıkışlara tanık olmamız elbette muhtemel, ama bu çıkışların kalıcı olma şansı yok. Dönemsel kalmaya mahkûmlar.

Charlie Hebdo saldırısından sonraki laik duyarlılık da çare olmadı anlaşıldığı kadarıyla. Sizce neden?

Sizin atıfta bulunduğunuz Charlie Hebdo saldırılarından sonra yaşanan çıkışı da böyle yorumlamak lazım. Bu çıkış hakkında diğer bir ilginç husus ise laikliğin ne olursa olsun insanlık mirasında bir yeri olduğunu göstermesi. Hatırlamak zorunda kalmaları sizce de ilginç değil mi? Tamamen unutamamalarının, elbette yeri geldiğinde başvurulacak ideolojik bir öğe olarak görmeleriyle ilişkisi var. Ama laikliğin böyle bir öğe olarak kullanılabilmesi de zaten insanlığın ilerici mirasının bir parçası olmasıyla ilişkili. Burjuvazi çok zorda kaldığında yine de oradan cephane devşirebiliyor. Burada da yine aynı noktaya, laikliğin sınıfsal ve dolayısıyla bütünsel olarak ele alınması gerektiği noktasına dönüyoruz. Laikliğin bu şekilde tekrar tekrar çarpıtılması, manipüle edilmesine karşı mücadele de ancak ve ancak laikliği sınıfsal bir zeminde tanımlayarak, onu emekçi sınıfların bir değeri haline getirerek mümkün. Laikliği, Batı uygarlığına bırakırsanız yapacakları onu bombaların üzerine yazmak olur. Sonra laiklik bomba olur Ortadoğu’nun üzerine yağar. Tıpkı daha önce özgürlüğün bomba olup üzerimize yağması gibi... Batı ve uluslararası tekeller bu konuda ikiyüzlülük ve ahlaksızlıkta sınır tanımazlar. Üstelik Charlie Hebdo saldırısından sonra laikliğin aynı şekilde gündemde kaldığına da katılmıyorum. Bir çıkış yaşadık doğru, ama aynı hızda da geri çekildi o söylem. Bugün IŞİD’e ve diğer cihatçı çetelere karşı sürdürüldüğü iddia edilen savaşta Batı’nın laikliğe ihtiyacı yok. Cihatçı çetelerin kavramsal düzeyde her şeyle bağı koparıldı neredeyse. Kimse onların nereden geldiğiyle, niye var olduğuyla, problemin özüyle ilgilenmiyor artık. Sıcak savaş, çatışma ve terör Batı’ya bu ortamı sundu. Bu katillerin bombardımanla ve silahla yok edilebileceği yanılsamasına büyük çoğunluk inanıyor. İnsanlığın başının ne büyük bir belada olduğunu belki hissediyor insanlar. Ama sorunu gerçekten kavrayamıyorlar. Sorun kavransa, bu belayı yaratan asıl sorumluların şimdi bu belaya karşı kendilerini sorundan tamamen soyutlayarak mücadele etmeleri meşru görülebilir miydi?

“Dinsel terör” ya da “cihatçı terör”ü gerçekleştirenler de zaten, referanslarını doğrudan İslami kaynaklardan alıyorlar, ayetler ve hadislerle katliamları gerçekleştiriyorlar. İslamcı yazarlardan Ali Rıza Demircan da şunu söylüyordu: “Geleneksel İslam hukukumuza göre IŞİD’in yaptıklarının tamamı meşrudur.” Cihatçı terörü konuşalım biraz. Ne dersiniz bu konuda?

Tersini söyleyen de onlarca İslamcı yazar var. Geleneksel İslam hukukuna göre IŞİD’in yaptıklarının tamamının meşru olup olmaması beni hiç ilgilendirmiyor. Kimseyi de ilgilendirmemeli... IŞİD’in veya benzerlerinin yaptıklarının İslam’da yeri olup olmadığı tartışması, gerçek Müslümanlığın ne olduğu tartışmasının doğrudan bir parçası. Bu tartışmanın siyasette yeri yok. Bu tartışmaya hangi açıdan girerseniz girin kaybedersiniz. Müslümanlık bu değil derseniz de, hayır Müslümanlık tam olarak bu derseniz de durum değişmez. Bu, laikliğin özellikle Türkiye’de çekilmeye çalışıldığı en derin, en etkili ideolojik ve siyasi tuzak. IŞİD’in yaptıklarına bakıp “gerçek Müslümanlar bunu yapmaz” diyen geniş bir çoğunluğa karşı verilebilecek en anlamsız yanıtın, “gerçek Müslümanlık tam da IŞİD’in yaptıklarıdır” demek olduğu kanısındayım. Bu tartışma öyle ya da böyle teolojik bir tartışmadır. Siyasi hiçbir konuda, altını çiziyorum, hiçbir konuda teolojik tartışmaya girilmez. Bu katiller yaptıklarını dinsel inanışlarıyla açıklıyor olabilirler, başkaları da bu dinsel inanışta bunun yerinin olmadığını savunabilir. IŞİD’e karşı ateizm bayrağını açmanın, “başka İslam yok, Müslümanlık da bu” demenin dünyanın en ahmakça işi olduğunu söyleyebilirim. Baştan aşağı siyasi bir sorunu, teolojik bir düzlemde ya da inançlar dünyasında çözemezsiniz. İslam zaten böyle bir dinmiş, öyle ya da böyle siyasete müdahale etmeyi şart koşarmış. Bu da siyasette dinin etkilerine değil inanışın kendisine dönük bir mücadeleyi gerektirirmiş. Son derece yanlış... Bu bizim sorunumuz değil ki. Bizim olmayan bir problemi çözmeye bu kadar hevesli olmayı hiç anlamıyorum. Biz siyasete din giremez diyoruz, bunun için mücadele ediyoruz. Herkes inancını kendi vicdanında, kişisel dünyasında özgürce yaşayabilir ama ötesi mümkün değil. Bunun ötesine mi inanıyor? O halde, bırakın meselenin diğer tarafını, inanışları gereği dinin siyasete girmesini isteyenler çözsün. Dediğim gibi bu bizim problemimiz değil.

Bizim yapmamız gereken tam olarak nedir?

Bizim yapmamız gereken ise tartışmanın zeminini tamamen değiştirmek. Biz yalnızca IŞİD’e karşı mücadele etmiyoruz ki... Bizim tek meselemiz cihatçı terör mü? Dinsel referansla hareket eden, siyasette dinden faydalanan bütün siyasi aktörleri karşımıza almak zorundayız. Bunu yapmadığınız sürece IŞİD çok kötü de ama AKP’ye razı olabiliriz noktasına geliverirsiniz. Siyasette din azıcık ya da çok var olamaz. Ya vardır ya da yoktur. Biz olmasın ve meselenin asıl çözümü burada diye iddia ediyoruz.

Bu terörün ya da akımların dinde kaynakları var olduğu söyleniyorsa, bu kaynakların bizzat kendisine karşı mücadele hiçbir şeyi değiştirmez. O kaynaklar ve bu kaynakların nasıl yorumlanması gerektiği hakkındaki tartışma yüzyıllardır sürüyor. Esas olan bu tartışma ile siyasetin bağını ilelebet koparmak, din hakkındaki tartışmaların yalnızca inanç dünyasında yürümesini sağlamaktır.

Bu bağlamda bizim dilimize de dinsel referansların girmemesine özen göstermek lazım. Ben İslami terör terimini kullanmam mesela...

Şimdi AKP’nin IŞİD’in önünde engel olduğu tezi işlenmeye çalıştı. AKP olmasa dinci taban daha da radikalleşirmiş, AKP bunları sisteme bağlıyormuş… Diğer taraftan AKP-IŞİD ilişkisi gün gibi ortada. Ne dersiniz bu görüşe?

İnsana şaka gibi geliyor ama gayet ciddi bir tez bu. Üstelik ABD ve ortaklarını yıllardır peşinden sürükleyen strateji de bu tezin bir versiyonu. Batı’da hâlâ ılımlılar masalı anlatılıyor, İslam coğrafyasının kurtuluşunun ılımlı bir dinsellikte olduğu iddia ediliyor. Üstelik AKP’nin sorunu bu tezin çökmesi değil. Dedim ya tez çökmedi. Rusya’nın bu teze karşı tutarlı müdahalesi ve aslında bu teze karşı bölgede somut olarak harekete geçmesi durumu oldukça karıştırdı ama bu Batı, bu strateji konusunda hâlâ ısrarlı. AKP’nin sorunu, ılımlı tarafta kalmakta güçlük çekmesi. Rusya’nın son günlerde Erdoğan ve AKP’ye karşı yürüttüğü harekâtın Batı kamuoyunda böyle bir yansıması oluyor, yoksa IŞİD’in önünü kesecek ılımlılar hikâyesi büyük yara almıyor. AKP, Batı kamuoyunun gözünde ılımlı cepheden IŞİD’e doğru kaydıkça zorlanıyor.

Tezin geneline gelince, tam tersinin doğru olduğunu söyleşinin başından bu yana anlatmaya çalışıyorum. AKP ve benzerleri var olduğu için IŞİD var, tersi kesinlikle yanlış. Sakın yanlış anlaşılmasın, bu durum AKP ile IŞİD’in arasındaki maddi ilişkilerden kaynaklanmıyor. Maddi ilişkiler elbette varlar ve hiç önemsiz değiller. Ama bundan daha fazlasını söylüyorum. IŞİD ve benzerlerinin var olması için gereken sosyal ve siyasi koşulları AKP gibi hareketler oluşturuyor. Bu ilişki de yine temel problemimize bağlanıyor. Dinin siyasetteki varlığı... Tekrar olacak ama bunun azı ya da çoğu, ılımlısı veya aşırısı olamaz. Somut örnekten devam edersek, AKP, geniş kitlelerin radikalleşmesinin önünde engel değil, tam tersine, radikalleşen kitlenin içinden çıktığı havuz. Bu havuza ve bu havuzun varlık nedenine, dinin siyasetle ilişkisine müdahale etmeden, bu radikalleşme döngüsünü kırmak imkânsız.

Son olarak, bu tezin, ılımlının aşırıyı kovacağı iddiasının teolojik tarafı gözden kaçmasın. Bu tez de aslında bir tür Müslümanlık yorumuna dayanıyor ve gerçek Müslümanlık tartışmasının doğrudan uzantısı. Biz siyasi olarak tartışmaya bu noktadan müdahale edemeyiz. Dinin siyasette kaplayacağı yerin teolojik olarak saptanması bizim işimiz değil. Biz bu tartışmayı baştan ve kökten reddediyoruz.

Peki dünya, tarihinin en korkunç dinci fanatik gruplarından birini (IŞİD) görmüşken, bunlara Türkiye’deki dinci bir hükümetin desteği ortadayken, Türkiye’de bir laik karşı koyuşun sınırlı etkiye sahip olduğunu, olması gerektiği kadar bir tepki uyandırmadığını söyleyebilir miyiz? Böyle ise niye böyle, hep söylendiği gibi Türkiye’nin büyük çoğunluğu Müslüman diye mi?

Türkiye’de sol ve ilericilik adına neyin etkisi sınırlı değil ki? Hatta bu bağlamda son yıllarda Türkiye’de en ciddi tepkilerin laiklik için verildiğini söylemek yanlış olmaz. Haziran Direnişi’nin temel iki üç noktasından birisiydi laiklik. Özel olarak bugünü konuşacaksak, bu meseleyi yalnızca laiklik bağlamında tartışmanın mümkün olduğuna inanmıyorum. Bu daha büyük bir sorunun, solun ve işçi sınıfının siyasetteki etkisizliğinin parçası. Unutmayalım, laiklik için verilen mücadele bugün solun ve emekçilerin tekelinde.

Hemen araya gireyim o halde... Haziran Direnişi’nden sonra özellikle, bu her ne kadar laiklik hassasiyeti yüksek bir hareket olsa da, karşılıklı anlayış, bir arada yaşam söylemleri üzerinden gelen liberal saldırının, ülkedeki seküler damarda bir ideolojik seyrelmeye neden olduğunu söyleyebilir miyiz? Eğer öyle ise, bunun panzehiri nedir?

Doğru sözcük seyrelme mi emin değilim. Haziran Direnişi’ni konuşuyorsak Türkiye tarihinin en büyük toplumsal hareketini, dolayısıyla çok büyük kalabalıkları konuşuyoruz demektir. Bu büyük kitlenin laiklik algısı konusunda kesin ifadeler kullanmak hatalı olabilir. Direnişin laiklik hassasiyeti kesinlikle yüksekti. Ama nasıl bir laiklik sorusunu direnişçilere sorsak çok farklı yanıtlar alacağımızı düşünüyorum ve bunda bir problem görmüyorum. Bu adlı adınca bir ideolojik mücadele konusu. Sorunuzun kritik noktası da bununla ilgili. Laikliği “inançlara saygı” ve “bir arada yaşamaya” indirgemeye çalışan bir saldırıya hep birlikte tanık olduk. Bunun muhalefette de bir karşılığı oldu.

CHP ve HDP’nin seçimlerde takındığı tutumu, mesela HDP’nin Eş Genel Başkanı Demirtaş’ın 7 Haziran seçimleri öncesinde “Solculukla dinsizliği eşit tutan kafadan bir şey çıkmaz” demesini veya diğer örnekleri bununla ilişkilendirebilir miyiz?

Tam da buraya gelmeye çalışıyordum. Büyük kitleler üzerine konuşmak bir noktadan sonra manasız olabiliyor. Ama siyasetin üzerine konuşmanın bir anlamı var. Haziran Direnişi’nin laiklik çıkışına en büyük darbeyi, direnişin kitlesel tabanıyla ilişkide olan iki parti vurdu. AKP ile dinsellik ve gerçek Müslümanlık yarışına giren bu iki parti, laiklik bağlamında, AKP ne yapmışsa meşrulaştırdılar. Türkiye’de siyaset bu açıdan geri dönülemez bir noktaya geldiyse, CHP ile HDP’nin sorumluluğu AKP’den hiç de az değil. CHP’nin cumhuriyet değerlerini temsil ettiği iddiası artık gülünç mesela. HDP ve peşindeki sol, inançlara saygı adı altında gericiliğe alan açtı. Medine Vesikası’ndan, Said-i Nursi’ye her türden dinsel referansı siyasete sokan HDP’nin kendisi de sanırım laiklik konusunda bir iddia sahibi olduğunu söylemez. Ama burada problem, bu iki partinin AKP’ye karşı muhalefet görevini üstlenmesi. Laiklik konusunda tutarlı bir hatta sahip olmayan partiler AKP’ye nasıl muhalefet edecekler? Bu mümkün mü? Söyleşinin başında piyasa ilişkilerine karşı çıkmadan laiklik savunulamaz demiştim. Şimdi başka türlü ifade edeceğim. Bugün için Türkiye’de laikliği savunmayan bir partinin AKP’ye muhalefet etmesi mümkün olmadığı gibi, düzene karşı olması da olanaksız. Bu partiler yalnızca laikliği terk etmediler, AKP Türkiye’sine onay verirken AKP’ye karşı muhalefetten de vazgeçmiş oldular. Liberalizme karşı panzehir demiştiniz değil mi? Laiklik konusunda Türkiye’deki tek tutarlı hattın komünistler tarafından savunulması panzehir hakkında da bir fikir veriyor. Laiklik bu düzen içinde kalarak savunulamıyor. Komünistler, bu düzene karşı bütünsel bir alternatif önerebildikleri için laiklik bağlamında hiç sorun yaşamıyorlar. Laiklik kavgasını bu düzene karşı verdikleri kavgayla birleştirebildikleri için tutarlılar ve yine bu nedenle bu alanda çok rahat hareket edebiliyor ve siyaset yapabiliyorlar.

Geçtiğimiz günlerde Ruşen Çakır AKP-Cemaat kavgasını yorumlarken “İslam yok ortada, iktidar savaşı var” dedi ve uzun vadede bu kavganın İslamcı siyasete büyük zarar vereceğini, hatta kaybettireceğini söyledi. Bu görüşü başkalarının, örneğin İslamcı camianın önemli isimlerinden Ali Bulaç’ın da paylaştığını biliyoruz. Sizce böyle bir sonuca otomatik olarak varılabilir mi? Çünkü dinci siyasetin foyası ilk defa ortaya çıkmıyor. Çakır’ın, İslamcıların “temiz dönemi” olarak gördüğü Refah Partisi döneminde de çok sayıda yolsuzluk ortaya çıkmıştı. Tüm bunlara rağmen sağ, Türkiye’de tabanını korumaya devam ediyor.

Türkiye solu bu acizliğe karşı mücadele etmek zorunda. Sağın kendi iç hesaplaşmalarından dolayı güç kaybedeceğini düşünmek doğru da değil üstelik. Sizin de bahsettiğiniz gibi, Türkiye sağı kendi tarihi boyunca defalarca farklı krizlerle karşılaştı ve hepsini atlatmayı başardı. 12 Eylül’den sonra ise toplamda bakıldığında nicel çoğunluğunu hiç kaybetmedi. Bir parti olarak AKP elbette siyasette yaşanan birtakım gelişmeler nedeniyle gerileyebilir, iktidarını kaybedebilir. Bunlar hep olasılık dahilinde. Ama Türkiye gericiliğinin toplumsal tabanı söz konusuysa, bu toplamın böylesi krizlerle gerileyeceğine hiç ihtimal vermiyorum. Bunun en güzel örneğini Haziran ve Kasım seçimlerinde yaşadık. Haziran’da AKP gerilemiş ve güç kaybetmişti ama toplumsal taban orada duruyordu. Kasım’da AKP yine o toplumsal taban üzerinde yükselmeyi başardı. Tamamen farklı da olabilirdi, ama temelde bir şey değişmezdi. Sağın içinde bu defa başka bir özne ya da formül çıkardı. Sağcılığa karşı sağcılaşarak kavga edilmez. Sağcılığı başka bir sağcı özne geriletmez. Siyasi olarak bir partinin veya öznenin yaşayacağı krizi elbette önemseyelim ama bunu sağcılığın kriziyle eşitlemeyelim. Sağcılığı, bu partileri ve tabanı bir bütün olarak düşünelim.

Bu tabanın geriletilmesinin yolu da asla ve asla gericiliğe şirin görünmek değil. Bu seçim sürecinde bunu da somut olarak gördük. CHP ve HDP gericiliğe, sağcılığa şirin görünerek ilerlemeyi başaramadılar.

Asıl meseleyi gözden kaçırıyoruz. Türkiye’de sol ilerlemeyi, atılımı düşünüyorsa bunu kendisine yakın kesimlere öncelik vererek yapacak. Türkiye’de gerici toplumsal tabanın geriletilmesinin, çözülmesinin tek yolu, Türkiye ilericiliğinin daha örgütlü hale gelmesi. Biz önce ilericiliği örgütlemek zorundayız. Laiklik mi mesele, önce Türkiye’de kendisini laik olarak gören kesimleri örgütlü ve siyaseten aktif hale getireceğiz. İlericilik daha örgütlü, daha etkili oldukça, siyasette ağırlığı arttıkça gericiliğin erimesine hep birlikte tanık olacağız.

Bir de Türkiye’de bir dönem AKP’ye destek veren Nilüfer Göle ve benzeri akademisyenler var. Göle’nin macerası “Modern Mahrem”le başlayıp türban “özgürlüğü”yle devam etti ve gerici-tarikatçı AKP iktidarına entelektüel meşruiyet sağlayan türlü çıkışlarla sürdü. Göle şimdi de Paris saldırına dair, bu saldırılarda “gündelik yaşamdan keyif çıkartma, kültür ve birliktelik yaratma gibi değerlerin hedeflendiğini” söyledi. Göle’ye göre IŞİD bu kadar. Göle’nin şahsında imal edilmeye çalışılan bu algıyı nasıl yorumluyorsunuz?

Göle’nin baktığı yerde patronlar ve emekçiler yok. Ezilen halklar ve onları ezen ülkeler yok. Zenginler ve yoksullar yok. Sömürü ve savaş yok. Göle, tüm bunların bir uzantısı ve tüm bunlarla doğrudan ilişkili bir alan olarak görülmesi gereken siyaseti olmayanlar vesilesiyle değil de kendi gördükleri aracılığıyla okuyor. Sadece bu da değil, çelişkilerin olmadığı bir dünyada gündelik yaşam da modernizm de bir karikatüre dönüşüyor. Dolayısıyla IŞİD de bu karikatüre saldıran başka bir karikatüre... Göle ile aynı dünyada yaşamıyoruz. Kendimi ve sizi kastetmiyorum. Gezegen olarak dünyayı kastettim. Göle başka bir dünyadan bildiriyor, o dünyanın IŞİD’ini anlatıyor. O dünyada o IŞİD’le yaşamdan alınacak keyfe sahip çıkarak mücadele edilebilir herhalde, ama çelişkilerin belirlediği bu dünyada hayır. Modernizmin yaşamdan alınacak keyfi içerdiğini, kültürel bir yan taşıdığını kim reddedebilir... Ama kapitalistleşmeye eşlik eden bütünsel bir olgu olarak modernizm buna indirgenebilir, bundan ibaret görülebilir mi? Modernizmi bundan ibaret gördüğünüzde, IŞİD’in modern karakterini de ıskalar, IŞİD’in modernizmle nasıl bir ilişkiye girdiğini de anlayamazsınız. Bu adamlar ortaçağdan gelmiyor, bunu herkes anlasın artık. IŞİD ve benzerleri her şeyleri ile bu yüzyıla aitler. Onlara karşı mücadele de bu yüzyılın küçücük bir kümeye dönüştürülmüş modern değerlerine sarılarak verilmeyecek. Yüzyılımıza ait çelişkileri hedef alan bir mücadeleyle IŞİD yok edilecek. Bu bağlamda doğru bir hatta IŞİD’le verilecek kavganın modern değerleri de içerip aşacağından kimsenin şüphesi olmasın.

Aynı Göle yine geçenlerde “İslami kesimde kültürel kalitenin bu kadar düşebileceğini tahmin etmiyordum” dedi. Ne tahmin ettiğini de biz tahmin edemiyoruz ama Göle’yi ve benzeri akademisyenleri bu hayal kırıklığına uğratan akıl tutulması nasıl bir tutulmadır sizce?

Kültürel kalitenin ne olduğunu bilmiyorum ben. Yalnızca tahmin edebilirim. Herhalde kasıt bir estetik anlayış ve kültürel birikim olmalı. Şayet böyleyse, Göle ve varsa başkalarının bizi önce İslami kesimin geçmişteki kalitesine ikna etmeleri gerekiyor. Kimden bahsediyoruz gerçekten anlamıyorum. Erdoğan ve Gül gençliklerinde çok mu birikimli, güzellikten anlayan adamlardı? Yoksa yine her fırsatta dönemin iktidarına para için yalvaran mektuplar yazan ve aslında tam da bu özelliğiyle düzenden hep bir beklentisi olan sağcı aydın tipini çok iyi temsil eden Necip Fazıl hakkında anlatılan efsaneleri mi dinleyeceğiz? Türkiye’de gericilik, Türkiye’nin kültürel birikimine ne katkı koymuş, estetik açıdan hangi ileri örneklere imza atmışlar, anlatsınlar bilelim. Türkiye sağı yalancıdır. Türkiye sağının aydını da yalancıdır. Türkiye sağına akıl fikir vermeye çalışan ve ona bir yön göstermeye gayret eden liberal akademisyenler de istisna değildir. Uydururlar. Göle de uyduruyor. Üstelik kaliteli de uyduramıyor. Göle’nin uydurma kalitesinin bu kadar düşebileceğini tahmin etmiyordum...