Galip Munzam yazdı: Uzun geceye tüneyen papağanlar

19. yüzyılın meşhur filozoflarından Thomas Carlyle’ın kendisinden daha meşhur olmuş bir sözü var: “Bir papağana arz ve talep demeyi öğret, işte sana bir iktisatçı.” Elif Çakır’ı CNN Türk’te izlerken, sürekli Carlyle’ın bu sözü kafamda dönüp duruyordu. Biraz değişmiş biçimiyle: “Papağana paralel ve Erdoğan demeyi öğret, işte sana yandaş.”

Galip Munzam

Gece uzundu...

Yetenekleri açısından değerlendirdiğinizde akranları arasında bulunduğu noktaya gelebilmiş olmasının tek nedeni, başka bir deyişle tek meziyeti kafasını örtmek olan bir kadın, utanmazlığın, arsızlığın sınırlarını henüz ölçemediğimiz bir hızda aştı dün gece.

Haziran günlerinde Tayyip’in koltuğunu korumak için gerekirse iç savaş çıkartmayı göze almış yandaş tayfasının mayın eşeğiydi. En ipe sapa gelmez yalanları gözümüzün içine baka baka anlatsın diye o seçilip atılmıştı ortalık yere.

Uydurduğu hikayeyi hatırlıyorsunuzdur mutlaka. Hoş, unutmak ne mümkün!

“Gezi komplosu” esnasında erkeklerinin üstleri çıplak, deri pantolonlu, başları bandanalı onlarca kişilik “laikçi” bir güruh, genç bir kadını sırf türbanlı olduğu için İstanbul’un ortalık yerinde kıstırmış, tartaklamış, taciz etmiş, bu kadarla da kalmayıp üzerine işemişti. Dahası bu vicdansız “sado-mazo” laikçiler –yine ayırt edici özelliği türban takmak olan— mağdur kadının altı aylık bebeğini de darp etmişlerdi.

Kervanda mayın eşeğinin ardına dizilen develer olmadı değil. Kimisi röportaj yaptı “mağdur gelin” ile kimileri ise MOBESE görüntülerini izlediğini söyledi. Görüntüler çok fenaydı, mağduriyet çok büyüktü...

Sonra bu görüntülerin var olmadığı ortaya çıkmıştı ama ne gam! ‘Alo Fatih’ yularlarını bağlamıştı bir kere mayın eşeğine. Eşek nereye ardındaki develer oraya. Yoksa mayına basmaları an meselesi.

Dün gece yine ekrandaydı ve üstelik çıktayı yükseltmiş “benim gibi aydınlar” falan diyordu yandaşlar aleminin bu beceriksiz Pinokyosu.

Yüzünde en ufak bir utanma alameti göstermeden söylediği yalanı savunuyordu. Kabak tadı vermiş Kabataş yalanını savunurken de yalanı kadar büyük bir dizi ikiyüzlülüğün ardına saklanıp duruyordu...

Her şeyden önce Tayyip’in “geniş ailesine” “abla” sıfatı ile dahil olan bu zat, Haziran’ı değerlendirirken komplo imasında bulunuyor, yazarlık yeteneklerine yakışan şu cümleyi kuruyordu: “Evet, Gezi olayları Türkiye açısından olağanüstü bir süreçten geçti. Bu, bir. Ben detay detay anlatmayacağım.” Hemen ardından “kahrolası paraleller”i devreye sokuyor, aklının yettiğince kurduğu komplo teorisine bizden onay almak istiyordu:

“Hem bu kadar işlek bir bölgede MOBESE görüntülerinin olmayışı garip değil miydi?”

Değildi, İbraam Zübükzade’nin yol arkadaşı!

Zira, Haziran’da kenti gaza boğup, ara sokaklarda insan avlarken, gece karanlığında esnafla bir olup gencecik çocukları tuzağa düşürüp öldürürken “cam” açmıyordu polisimiz. Çekivermişti fişini MOBESElerin. Ortada delil bırakmamak için... Bir şey olacağından değil ama boşuna kendilerini yormamak, copunu bir kere eksik sallamamak için, bizim gibi hainlerin kafasına tekme atarken lüzumsuz yere tedirgin olmamak için.  

Hem sevgili “Abla”, şimdi paralellerden dert yanan sen, Taraf’ta 24 Mart 2009’da başlığı “Fethullah Gülen korkusu” olan bir yazı yazmamış mıydın? Yoksa “paralel sen” mi yazmıştı onu da? Yoksa bu satırlar da mı komploydu?

“‘Bu işin arkaplanında cemaat vardır’ sözü artık popüler bir yaftalama sözü. (...) Asker içerisinden dosya sızdıranlar da, iktidarın arkasında olanlar da hep onlar. (...) Bu cemaatin dünya çapında okullar açabiliyor olması şaşırtıcı gibi geliyor. Eğer bulunduğunuz ülkenin eğitim sistemiyle paralel hareket edebiliyorsanız, hiçbir yerde okul açmak zor değil. Yeter ki imkânınız olsun, ve en önemlisi ufkunuz olsun. Almanya’da ilköğretim ve lise düzeyinde 16 okul var Türklerin kurduğu. Binasıyla, eğitim kalitesiyle, öğretmenleriyle hepsi on numara. (...) Şunu açık yüreklilikle ifade edeyim, eğer bu ülkeyi hâlâ darbelerle yönetmeye kalkışanları ifşa edenler bu cemaatse, hiç kimse bundan şikâyetçi değil. Bu ülkede, üniversiteler ve diğer eğitim kurumları, laikçilik zorbalığından başka gençlerine dünyaya ilişkin hiçbir vizyon ve ideal veremiyorsa, hiç kimse bu okulların çoğalmasından şikayetçi değil. Bu ülkede, kendi toplumunun her kesimine sudan sebeplerle düşman olan bir devlet yapısı varsa bu değiştirilmek isteniyorsa, hiç kimse bundan şikâyetçi değil.”

Mücrifin ardına saklandığı diğer ikiyüzlülük iyiden iyiye mide bulandırıyordu, aklınca son günlerin “dalgasına” tutunmaya çalışıyordu. Mağdur gelin yalanına konu olan kişi bir kadındı. Tacize uğramıştı, şiddet görmüştü, dolayısıyla beyanı esastı. Ortamdaki dürüst gazeteci, görüntülerin anlatılanları çeldiğini söylediğinde tekrar başa sarıyor, komplo teorilerine sığınıyordu. Ya paraleller sildiyse, ya paraleller montajladıysa, ya paraleller...

19. yüzyılın meşhur filozoflarından Thomas Carlyle’ın kendisinden daha meşhur olmuş bir sözü var: “Bir papağana arz ve talep demeyi öğret, işte sana bir iktisatçı.” Elif Çakır’ı CNN Türk’te izlerken, sürekli Carlyle’ın bu sözü kafamda dönüp duruyordu. Biraz değişmiş biçimiyle: “Papağana paralel ve Erdoğan demeyi öğret, işte sana yandaş.”

Yandaş “aydınlar”, vitrine konmuş papağanlardı.

Papağanlıkları, Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in yalın tekniklerine dayanıyordu: “Bir yalanı sürekli tekrar edeceksiniz. Böylece halk o söylemin size ait olduğunu unutur ve kendi fikriymiş gibi inanmaya başlar.” Bunu papağanlardan daha iyi ne yapabilirdi?

Vitrin? Vitrin de bir hayli mühimdi... Hele ki bu tüccar kafalılar için.

Onu nereden mi biliyoruz? Aynı saatlerde İstanbul’un bir diğer köşesinde kartopu oynayan bir gazeteci, Nuh Köklü, attığı kartoplarından biri bir esnafın vitrinine geldiği için o esnaf tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Tayyip, esnaf-polis işbirliği ile katledilen Ali İsmail’in davası görülürken canlı yayında "esnaf, gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir” dedikten bir kaç ay sonra.

Gece burada da bitmiyordu.

Yandaş papağan, demokrasi, darbeciler vs. diye sayıklarken televizyon ekranında, neredeyse aynı dakikalarda ülkeyi resmen polis devletine çevirecek olan kanun mecliste görüşülüyordu. Daha doğrusu AKP’nin ipten kazıktan kurtulmuş meclis grubu AKP’li olmayanlara kadın erkek ayırt etmeden çekiçlerle saldırıyordu.

Bir yandan da haberler geliyordu üzerinde bomba düzeneği olan Suriyeli bir teröristin hasta diye Hatay’da bir hastaneye yatırıldığına dair...

Gece uzundu... Hepimiz hızlandırılmış AKP rejimi kursuna katılmış gibiydik:

Yandaş papağanların seri yalanları, mecliste kapalı oturumda görüşülen faşizan yasa, AKP’lilerin yasanın getireceklerini bilfiil canlandırmaları, milisleşmesi için izin verilen, “hem polis, hem yargıç” denen esnafın kartopu oynayanlara kendi adaletini sağlamak üzere saldırması, öldürülen bir gazeteci, desteklenen Suriyeli teröristler...

Uzun gecenin sabahında düşünmemiz gerekiyor: Bu tablo meclis aritmetiği ile yenilebilir mi? Hadi papağanları kovaladınız diyelim, çöreklenen karanlığı ne yapacaksınız?

Uzun gecenin karanlığının hakkından gelmek için meclis değil, Haziran’ın güneşi gerekiyor.

Haziran’ın güneşi masa başı pazarlıklarla değil, herkes karanlığa karşı mücadeleyi en iyi bildiği şekilde verince doğuyor.