Fatih Yaşlı: Bahçeli yeni devletin de sahibi olduğunu gösteriyor

Kılıçdaroğlu'na yönelik saldırıda MHP'nin ve Bahçeli'nin rolünü değerlendiren Fatih Yaşlı, böylesi provokasyonların kritik dönemeçlerde ortaya çıkışına dikkat çekiyor ve gelişmelerin seçim sonuçlarının doğrultusunu ve AKP'nin yönelimlerini belirleyeceğini kaydediyor.

Hatice İkinci

Kısa süre içinde ikinci baskısını yapan “Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş- Türkiye ve Soğuk Savaş” kitabını konuşmak üzere Fatih Yaşlı ile bir araya geldiğimizde, tüm Türkiye CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na asker cenazesinde yapılan saldırıyı konuşuyordu. Bu saldırının hemen ardından MHP lideri Devlet Bahçeli’nin şiddeti yükselten açıklamaları ve önümüzdeki günlerde benzer provokasyonlarla karşılaşabileceğimize dair yaptığı imalar büyük bir gerilim yarattı.

Yapılan saldırıya Çubuk Ülkü Ocakları’nın adının karışmasıysa ülke tarihinin karanlık geçmişine dair çağrışımlara sebep oldu. Dolayısıyla, Türkiye’de anti-komünizmin karanlık tarihini konuşmak üzere buluştuğumuz akademisyen-yazar Yaşlı ile sohbetimizin konusunu da Devlet Bahçeli, ülkücü hareketin yeni devletteki rolü ve sağın provokasyon tarihi gibi başlıklar oluşturdu. Bu arada Yaşlı’nın kitabının, alanının en başarılı örneklerinden biri olduğunu hatırlatalım ve sorularımıza başlayalım:

Kılıçdaroğlu’na asker cenazesinde yapılan saldırı, ardından Devlet Bahçeli ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamaları… Son üç gündür ne oluyor Türkiye’de?

Son üç günde olan biteni anlamak için 31 Mart gecesine dönmek lazım aslında. O gece ortaya çıkan tablo, AKP’nin inşa ettiği rejime uygun düşen bir tablo değildi. İlk bir haftada mazbatanın öyle kolay kolay verilmeyeceği görüldü. Rejim kendi içersinde bir takım değerlendirmeler yaptı. Kamuoyunun nabzını yokladı, uluslararası sermayenin, ABD’nin ne diyeceğine baktı. Tüm bunlar olurken Devlet Bahçeli de bir yandan şahin bir tutum sergilemeye başladı ve sürekli seçimlerin yenilenmesi gerektiğini dile getirdi.

Bunu Erdoğan’a rağmen mi yaptı?

Hayır. Ancak, Erdoğan’ın talimatları doğrultusunda da yapmadı. Son üç günde yaşananlar, son bir haftada yaşananlardan bağımsız değil. Önce, mazbatanın verilmesine mecbur kalınması, o esnada sosyal medyada “Şırnak’ta dört şehidimiz var” şeklinde manipülatif haberlerin dolaşıma sokulması ki, Milli Savunma Bakanlığı bu haberleri yalanladı. Bu haberlerin üzerinden sadece üç gün geçmişken, gerçekten de Hakkari’de, hem de uzun zamandır asker ölümü haberi almıyorken, operasyon neticesinde dört askerin yaşamını yitirdiği haberinin gelmesi… 7 Haziran-1 Kasım seçimleri arasında da askerin sahaya sürüldüğünü, asker ölümlerinden nemalanıldığını biliyoruz. Geçtiğimiz sene Süleyman Soylu’nun yaptığı “CHP’lilerin cenazelere katılmaması için talimat verdim” açıklaması, Kılıçdaroğlu’nun önüne mermi atılması gibi hadiseler, aslında cenazelerin CHP’ye karşı provokasyon yöntemi olarak kullanılacağının işaretleriydi.

31 Mart seçimlerinde HDP’nin batıda seçime girmeyip, CHP adaylarını destekleyeceğini açıklaması, beraberinde bir kırılma getirdi. Sayısal üstünlük meselesi ve referandumdaki tablonun aynısının ortaya çıkması, devlet ve AKP içersindeki bir takım merkezlerde ciddi endişeler yaratmış olmalı. Çünkü bu birliktelik, öyle ya da böyle İyi Parti ve Saadet Partisi’nin de dahil olduğu bir iktidar alternatifine dönüşebilir uzun vadede. Bunun önünün kesilmesi istenmiş olabilir.

Araya girip, sormak istiyorum; kitabında da sık sık bu tip saldırıları analiz ediyorsun, nasıl örgütleniyor bu provokasyonlar?

Bunu tam olarak bilemeyiz tabi. Ancak, Kılıçdaroğlu saldırısındaki anlatıma göre, Kılıçdaroğlu ve ekibini kalabalığın içersinde yönlendiriyorlar ve saldırgan kitleyi onların yanına yaklaştırıyorlar. O sırada, polis ve asker devreden çıkartılıyor. Sonrasında saldırı başlıyor. Muhtemelen olaydan haberi olmayan bazı askerler korumaya çalışıyor, bazıları da ortadan kayboluyor. Bunların doğrudan, nasıl tezgahlandığını görmemiz çok zordur.

Önümüzdeki günlerde yeni provokasyonlar bekliyor musun?

Eğer gerçekten de İstanbul seçimleri tekrarlanırsa bu kampanya sürecinde yeni provokasyonları, yeni bir takım kanlı girişimler görebiliriz. Seçimler tekrar edilmezse, bu önemli bir yumuşama dönemini de beraberinde getirir. Yeni uzlaşı konjonktürüne girilecekse, yeni provokasyonlar beklememek lazım. Ancak birileri bu uzlaşı sürecine müdahale etmek isterse de bir takım girişimler olabilir. Bunlar, güç ilişkileri tarafından belirlenir.

Devlet Bahçeli’nin yeni rejim inşasındaki rolü nedir sana göre?

MHP’nin 15 Temmuz'dan beri izlediği strateji, kendisi açısında çok son derece doğru ve başarılıdır. Ülkenin özellikle son 4-5 yılına bakıldığı zaman, MHP dışındaki partilerin de MHP’nin diline, söylemine, milliyetçiliğine yakınlaştığı bir durum ortaya çıktı. Beş-on sene öncesine kadar gayet marjinal diyebileceğimiz bir ideoloji şu an Türkiye’de merkez siyasetin bir parçası haline geldi. Üstelik de merkez siyaseti yönlendirici ve belirleyici bir konumda artık.

7 Haziran seçimleri sonrası AKP’yi devre dışı bırakacak şekilde bir koalisyon hükümeti kurma ihtimali matematiksel olarak ortaya çıktığında, Devlet Bahçeli “tamam” deseydi, o koalisyon kurulabilirdi. Ama bu aynı zamanda HDP’nin Türkiye siyasetinde artık legal bir aktör olarak tanındığı ve “Kürt sorununun siyasal yöntemlerle çözülebileceği” gibi bir çerçeve ortaya çıkarırdı. Devlet Bahçeli ve MHP bunu çok açık bir şekilde reddetti ve AKP’nin yanında konumlandı. Sonrasında zaten 7 Haziran’dan 1 Kasım’a doğru giden süreçte Türkiye’de nasıl kanlı eylemler yapıldığını, adım adım şiddetin nasıl yükseltildiğini, Suruç Katliamı’nı, sonrasında 10 Ekim Katliamı’nı hatırlıyoruz.

MHP’nin son söylemlerine baktığımızda da bu tutumun bir yansımasını görüyoruz. Cuma günü Erdoğan İstanbul seçimlerini tanıyabileceği anlamına da gelebilecek bir şekilde “demiri soğutmaktan”, “tokalaşmaktan”, “Türkiye ittifakından” söz etti. Bu, bir söylemdir, ne kadar uygulanabilir, bu başka bir şey. Ancak Devlet Bahçeli, saldırının olduğu gün yaptığı açıklamada “biz bir tane ittifak biliyoruz, onun adı da Türkiye ittifakı değil Cumhur ittifakıdır” dedi. Böylesi bir milli mutabakat AKP ile CHP arasında gerçekleşirse, bu aynı zamanda -HDP seçmeninin CHP’ye verdiği oyları da hesaba katarak söylersek eğer- HDP’nin tekrar legal bir aktör olarak tanınması anlamına gelir. Bahçeli, devlet ve AKP içerisindeki kimi aktörler buna karşı duruyor, bunu engellemeye çalışıyor olabilirler.

Erdoğan, bu “mutabakata” ikna olmuş durumda mı?

Bunu henüz bilmiyoruz. Kılıçdaroğlu saldırısı sonrasında önce sessiz kaldı, daha sonra son derece ortalamacı bir açıklama yaptı, saldırıyı da kınamadı. Bunun dışında, doğrudan “bu saldırının bir takım derin odaklar tarafından yapıldığını, kendisine yönelik olduğunu, Türkiye’deki kardeşliğin bozulmaya çalışıldığını” söyleyen bir mesaj da henüz vermiyor. Öte yandan tüm bu süreç doğrudan onun onayı dâhilinde de yapılıyor ve bir “izle-gör” yöntemi uygulanıyor olabilir.

Son üç gün bize tam olarak ne anlatıyor?

Tüm bunların neticesinde, toplumdan ve uluslararası alandan gelecek tepkiye bağlı olarak Erdoğan İstanbul seçimlerinin iptali ya da iptal edilmemesi konusunda bir karar alacaktır. Bu açıdan bakıldığında son üç gündür yaşanan süreç, aslında biraz da rejimin karakterinin nereye doğru evirileceğiyle ilgili. AKP iktidarı bugüne kadar meşruiyetini sandıktan aldı, her zaman sandığı işaret etti. Aynı zamanda seçim mekanizmasını rejim inşasına uygun bir şekilde yönetti. Ancak, seçim sonuçlarının resmen tanınmaması henüz gerçekleşmedi. Gerçekleşirse, bu rejim açısından da yeni bir evreye geçilmesi anlamına gelecek.

Nasıl bir evredir bu?

Türkiye’de 1946’dan bu yana iyi kötü bir seçim mekanizması hep işledi. Hiçbir iktidar doğrudan “ben seçimleri tanımıyorum” demedi. Yani, ara rejimleri ve darbe dönemleri dışında Türkiye, öyle ya da böyle iktidarın serbest seçimler aracılığıyla devredilebildiği bir ülke oldu. Bu, Türkiye’de demokrasinin çok gelişkinliğiyle falan ilgili değil, kapitalizminin uluslararası kapitalizmle entegrasyon kapasitesinin yüksek olmasıyla ilgili. AKP, stratejisini seçimle gitmeme seçeneği üzerine kurarsa, bu Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizmindeki yerinin sorgulanmasını da beraberin de getirir. Uluslararası sermaye ve onunla entegre olmuş yerli sermaye bu duruma ancak bir süre tahammül edebilir. Bu sürenin sonunda ise Türkiye’yi yeniden Batı’ya entegre etmeyi amaçlayan, gerek siyaset içi, gerekse de siyaset dışı bir takım seçenekler kaçınılmaz haline gelir.

Bahçeli’ye dönersek eğer, başında olduğu ülkücü hareketin Soğuk Savaş döneminde üstlendiği “rejimi koruma” rolü, bugün üstlendiği “rejimi değiştirme” rolüne nasıl dönüştü?

Nasıl ki Sovyetler Birliği Afganistan’da yenildikten sonra, uluslararası bir cihat hareketi ortaya çıktıysa, yani bir rejim değişikliği, bir paradigma değişikliği ortaya çıktıysa, Türkiye’de de benzer bir değişiklik ortaya çıktı. Ülkücüler komünizme karşı devleti kurtardırlar ama bu arada cumhuriyet yıkıldı. Çünkü devleti kurtarmanın maliyeti 1923’ün bütün kazanımlarından vazgeçilmesi, siyasetin islamizasyonu ile mümkün oldu. Bu açıdan MHP’nin sadece bugünkü rejimle kurduğu koalisyona değil, aynı zamanda 1960’ların ortalarından itibaren sola karşı üstlendiği misyona da bakmak lazım. Yani 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin meclise 15 milletvekili sokması ile Türkeş ve arkadaşlarının yurtdışından gelip Cuhmuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni ele geçirmeleri ve sonrasında 1969 yılında partinin adını MHP olarak değiştirip, paramiliter bir soğuk savaş aygıtına dönüştürmeleri tesadüf olmasa gerek.

Bu sadece Türkiye’nin yönetici sınıfının bir tercihi değildi. Bu aynı zamanda uluslararası bir sistemin de tercihiydi. Çünkü aynı dönemde NATO’ya bağlı bütün ülkelerde, kontrgerilla, gladio, derin devlet adını ne koyarsanız koyun, bu tür antikomünist, gayri nizami harp aygıtlarının birer birer oluşturulduğunu görürüz. MHP de bunlardan biriydi. MHP’nin sokak gücü olarak ortaya çıkmasıyla islamizasyonun derinleşmesi arasında da bir bağlantı vardır. 1940’ların seküler, şamanist, islamdan uzak Türkçülüğünün 1960’lı yıllar Türkiye’sinde komünizmle mücadele için yeterli motivasyon unsuru olmadığı farkedilmişti. Devlet, sadece Türkçülüğün antikomünizm için yeterli olmadığını gördüğünde ülkücü hareket de adım adım islamize olmaya başladı. Bu yıllarda başlayan islamizasyon süreci 12 Eylül’e kadar giderek derinleşti. Bugüne gelindiğinde Türkiye’de islami bir rejim kurulması, o rejimin anayasal düzeyde resmileşmesi ve yerleşmesi sürecinde ülkücülüğün oynadığı rolü çok açık bir şekilde görebiliriz.

Türkeş’in ölümünün ardından yapılan 1997 Kongresi’nde Devlet Bahçeli’nin MHP Genel Başkanı seçilmesi nasıl bir tercihinin sonucuydu?

90’ların ortasından itibaren ülkücü hareketlerin merkeze doğru yürüyüşü başlamıştı. Tüm dünyada 90’lı yıllardan itibaren neo-faşist hareketler merkeze doğru yaklaşırken, merkez siyasetler de neo-faşist hareketlere kucak açmaya başladılar. Türkiye’de de böyle bir süreç yaşandı. Sovyetler yıkılmış, tehdit ortadan kalkmış, 12 Eylül devrimcilerin üzerinden silindir gibi geçmiş, ideolojik bir savrulma yaşanmıştı. Bu açıdan bakıldığında, Devlet Bahçeli henüz koltuğa oturmadan önce de MHP kendisini yavaş yavaş marjinal siyasetin radikal kanadından çıkarıp, merkezde yer alan bir parti olaraki sunmaya başlamıştı. Türkeş’in ölümünden sonra Bahçeli bunu devam ettirmeye çalıştı. Bahçeli’nin lider olduğu dönem, aynı zamanda Türkiye’de 28 Şubat sürecinin yaşandığı dönemidir. Bu dönemde ilk kez devletin resmi tehdit belgelerinde ülkücülerin adının geçtiğini görürüz. Susurluk kazasıyla ortaya saçılanlar, ülkücü hareketin kimi kadrolarının devletin resmi birimlerinin kontrolünden çıktığına dair kaygılar yarattı.

Devlet Bahçeli bir devlet tercihidir ve o da buna uygun adımlar atmıştır. Ülkücü gençliği sokaktan çekme ve ülkücü mafyayla bağları koparma meselesi ülkücü hareketin hesaplaşması değildir. 28 Şubat restorasyon süreci aynı zamanda, ülkücü hareketin de kendisini sermaye düzeni adına yeniden yapılandırması sürecidir. Çok kısa sürede de bunun meyveleri alınmıştır. Sadece iki sene sonra, Türkeş’in döneminde asla mümkün olmayan yüzde 18 oy oranına ulaşılmıştır. Bahçeli’nin MHP koltuğunda oturması, mekeze yürümesi, Türkiye’de milliyetçiliğin sıradanlaşıp, popülerleşmesi sonucunu doğurdu. Sonrasında 2001 ve 2002 krizleri geldi. Bahçeli yaptığı erken seçim çağrıları ile Türkiye’nin siyasetini düzenledi. Öyle ya da böyle Bahçeli son 16 yıldır Türkiye siyasetini belirleyici işler yaptı.

Ülkücü hareket ve Ülkü Ocakları’nın kanlı provokasyon tarihine baktığımızda, en “model” diyebileceğimiz örnek hangisidir sana göre?

Maraş Katliamı’dır. 1978 önemli bir yıldır. Bülent Ecevit bir hükümet kuruyor ve ülkücü hareket buna karşı bir iktidar perspektifi geliştiriyor; Ecevit Hükümeti’ni devirmek, sıkıyönetim ilan ettirmek ve kendisine yakın darbeci subaylar aracılığıyla iktidarı almak. Hedef bu. Bunun için de siyasal cinayetlere başlıyorlar. 16 Mart katliamı, Kaftancıoğlu, Malatya olayları, yedi TİP’linin öldürülmesi ve en sonunda da Aralık ayında Maraş Katliamı. Bu bir silsile, bi zincir. Ve gerçekten de Maraş Katliamının ardından Ecevit sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. Ülkücüler bu anlamda hedeflerine ulaşıyorlar. Sonrasında da Ecevit Hükümeti devrilerek 12 Eylül geliyor. Amaca ulaşılıyor yani.