Birinci Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100. yıldönümü Mustafa Türkeş'le konuştuk: Ya düzenin devamı için faşizm, ya da sosyalizm...

Birinci Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100. yıldönümü kapsamında Paris'te yapılan törenleri, savaşların nedenlerini ve olası krizlerin neler getirebileceğini Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Türkeş'le konuştuk. Türkeş, 'Sistem içindeki gerginlik belli bir noktanın ötesine geçerse kalıcı izler bırakır. Kapitalizmin her…

Ali Ufuk Arikan

Birinci Dünya Savaşı'nın sona erişinin 100. yıldönümü kapsamında Paris'te dünyanın birçok ülkesinin lideri bir araya gelirken, savaş ve barış üzerine açıklamalarda bulundu. Bu törenlerde yapılan konuşmalarda savaşların gerçek nedenlerinin üzeri ısrarla örtülürken, biz de hem savaşların nedenlerini hem de yeni savaş tehlikelerini ve olası sonuçlarını Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Türkeş ile konuştuk. 

Türkeş, törenlerde söylendiği gibi savaşın temel nedeninin milliyetçilik olmadığını vurgularken, "Adını doğru koymak lazım, bu savaş emperyalist güçler arasındaki bir savaştır" dedi. Günümüze ilişkin de önemli değerlendirmelerde bulunan Türkeş, "Sistem içindeki gerginlik belli bir noktanın ötesine geçerse kalıcı izler bırakır. Kapitalizmin her şeyi çok iyi yaptığını düşünmemek gerekiyor. İzlenecek politikadaki krizler yeni koşullar üretebilir. Bu koşullar görebildiğimiz kadarıyla iki yönelimi gösteriyor: Birisi düzenin devamı için faşizm, diğeri bu düzene alternatif, sosyalizm. Bu uluslararası düzlemde de ulusal düzlemde de böyle gözüküyor" ifadelerini kullandı.

Türkeş'in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ NEDENİ MİLLİYETÇİLİK DEĞİL, ADINI DOĞRU KOYMAK LAZIM

Dünya liderleri, 1. Dünya Savaşı'nı sona erdiren ateşkes anlaşmasının 100. yıldönümünde Paris'te buluştu ve beklendiği gibi dünya barışının korunmasının öneminden bahsettiler. Bu isimler dünya bir kez daha savaşa girecekse buna karar verecek isimler aslında... İlk olarak sormak gerekirse dünya savaşları, eğer barışın değerini anlamayan liderlerin tutkuları nedeniyle çıkmıyorsa, neden çıkıyor? Ve bugünkü koşullara bakınca siz böyle bir tehlike görüyor musunuz? 

Biliyorsunuz, Paris’te 11 Kasım’da yapılan yıldönümü kutlaması bağlamında çeşitli tartışmalar yapıldı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un üzerinde durduğu birkaç konu oldu bu tartışmalar bağlamında, bunlardan biri, bu savaşın milliyetçilerin aşırı isteği üzerinde çıktığı görüşüydü. Ancak bu savaşı milliyetçilikler üzerinden tanımlamak yanlış, eksik ve hatta hatalı bir tanımlama olur. Adını doğru koymak lazım, bu savaş emperyalist güçler arasındaki bir savaştır. O dönemde iki ana emperyalist blok arasındaki rekabetin sonucu olarak çıkmıştır savaş. Bu bloklardan birinin başını İngiltere, diğerini Almanya çekmiştir. Savaşa dahil olan diğer devletler ise bunlara angaje olmuştur. Kısacası sistem içi blokların savaşıdır Birinci Dünya Savaşı. 

Savaş öncesi yapıya baktığınızda bu savaşın neden çıktığını görürsünüz. 1815’te Viyana Kongresi ile oluşturulan danışma mekanizması savaşı önleyici bir adımdı, bu dünya çapında savaşlara karşı değil; Batı Avrupa’da savaşı önlemeye yönelikti, burada istikrarı sağlamaya yönelikti. Bu salt barış için değil, sermaye birikimini sağlama almak, sermayeyi rahatlatmak için atılan bir adımdı. Savaşsızlık o dönemde Batı Avrupa için elzem bir durumdu, dönemin beş büyük gücü arasında varılan bir uzlaşıydı bu. 

Nasıl bozuldu bu uzlaşı?

Bu uzlaşıyı ilk bozan 1870-71 Almanya-Fransa savaşıydı. Bunun dışında bir “arıza” yaşanmadı. 1880’li yılların başına kadar devam eden ‘Avrupa uyumu’ artık sona erme emarelerini göstermeye başladı. 1885’te Berlin’de yapılan kongrede birbirimizle çatışmadan Afrika’yı nasıl paylaşırız toplantısı yaptılar, Afrika’da bulunan ülkelerin sınırlarını böyle çizdiler. Bu yıllarda aynı zamanda “Avrupa uyumu” stratejisinden, “ittifaklar” sistemine geçiş başladı. Bu, Batı Avrupa’da dönemin iki büyük aktörü Almanya ve İngiltere üzerinden gerçekleşti. Bu iki ülke karşılıklı hamlelerini destekleyecek ülkeleri yanlarına çekmeye başlamışlardı. 

Almanya merkezli ittifakta Avusturya-Macaristan, İtalya gibi ülkeler vardı. İtalya 1915’te gizli anlaşmayla taraf değiştirdi. Onun yerine Osmanlı devleti devreye sokulacaktı. 

Burada önemli olan Alman emperyalizminin liderliğinde ortaya çıkan bir kamplaşma olmasıydı. Diğer tarafta İngiliz hegemonyası etrafında İngiltere, Rusya ve Fransa’dan oluşan bir blok vardı, buraya sonradan 1915 yılında İtalya dahil oldu. 1917 Ekim Devrimi sonrası Rusya bu bloktan ayrıldı. ABD bu boşluğu görüp girdi devreye. Bu durum ileride Soğuk Savaş olarak anılacak iki sistemin karşılaşmasının da başlangıcı olacaktı. 

Ana akım tarih okumasında bu böyle okunmaz, Ekim Devrimi tehlikesine karşı ABD’nin ve Avrupa’nın yakınlaşması olarak sunulur. Burada doğru olan kısım Ekim Devrimi’nin sisteme yönelik açık bir meydan okuma anlamına gelmesidir. Bolşevikler açıkça emperyalist kapitalist sistemi yıkacağını ilan ediyor, meydan okuyordu.

Savaş tüm yıkımıyla sona erdiğinde imzalanan 5 temel anlaşma kaldı geriye. Bu anlaşmalardan biri olan Versailles (1919) Almanya ile imzalanan antlaşmadır. Saint-Germain antlaşması (1919) Avusturya ile yapılan antlaşmadır. Bunun dışında Bulgaristan’ın sınırlarını tanımlayan Neuilly (1919) ve Macaristan’ın sınırlarını belirleyen Trianon (1920) antlaşması var. 1918’de sosyalist bir sistem kurmak isteyen Macaristan’a Avrupalı devletler saldırıp yeniden kralı iktidara getirmiş, sosyalist yönetim zorla ilga edilmişti; bunun sonrası imzalanan bir anlaşmadır burada sözü edilen Trianon antlaşması. Beşinci ve son antlaşma ise Sevr (1920) antlaşmasıdır. Bu antlaşma Osmanlı coğrafyasını belli manda ve etki alanlarına bölme antlaşmasıdır. Sadece Batı Anadolu’da egemen küçük bir saltanat bölgesi tanımlarlar. Paris Barış Konferansları adıyla bilinen Birinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ve yakın doğunun yeniden yapılandırılması sürecinde bu beş antlaşmada bir müzakere yok. İngiltere ve Fransa hazırlayıp zorla imzalattı yenik devletlere bu antlaşmaları. Bu antlaşmalarla yeni bir Avrupa haritası çizildi. İmparatorluklar tarihe gömüldü Avrupa’da.

Peki Lozan bu denklemde nereye düşüyor?  

Lozan bu denkleme çok oturmuyor. Bir ulusal kurtuluş savaşı sonrası yeniden bir antlaşma gündeme geliyor. İçeriğini tartışabilirsiniz ama bu önemli bir antlaşmadır. Paris’te tüm yenik devletlere tek taraflı empoze edilen antlaşmalar bütününün dışında, bu kez müzakere ederek varılan uzlaşıyı ifade eder, sonuçta Türkiye’nin egemen, bağımsız bir devlet olduğu tanınıyor. Bu gerçeği kimse yok sayamaz ve hafife alamaz.  

ABD’nin devreye girişi nasıl oldu? Birinci Savaş sonrası bu ittifak nasıl bir seyir izledi?

İngiltere savaş sonrası ABD’yi Ortadoğu’ya sokmak istemedi, onlara Kafkasya’yı işaret etti. ABD de burayı yokladı ama zorlamadı. Sovyetler Birliği doğdu burada biliyorsunuz. Bu noktada değinilmesi gereken önemli bir başlık Wilson ilkeleridir. Bu 14 maddelik bildiri, serbest piyasa ekonomisini önerir, liberal bir hegemonyayı dünya çapında uygulamayı öngörür. Bu hegemonya mücadelesi iki yönlüdür, bir yönüyle İngiltere’nin küresel düzlemdeki hegemonik konumuna karşı ABD’nin meydan okumasıdır. Kapitalist-emperyalist yapılar ve aktörler arası mücadeleye işaret eder. Öte yandan ABD ve Avrupa kapitalizmlerinin Sovyetler Birliği adıyla anılacak birliğin oluşmasına karşı, Bolşeviklerin iktidara gelişine karşı pozisyonlarını ortaya koyar. Bu sürecin sonucunu İkinci Dünya Savaşı sonrasında göreceğiz. İngiltere “biz artık Yunanistan İç Savaşı’nı finanse edemiyoruz, siz devralın" diye çağrı yapar ABD’ye. Bir mektup ile Truman yönetimine başvurur. Truman yönetimi fırsatı değerlendirir ve yalnızca Yunanistan değil Türkiye ve İran’ı da içine alan ve Sovyetler Birliğini, yani kapitalizm karşıtı, sosyalist sistemi çevrelemek için işe koşulur. Burada iki durum söz konusu; iki sistem arası mücadele ve kapitalist-emperyalist dünya içinde dominant liderliğin değişimi. İngiltere’nin liderliğindeki hegemonya yerini ABD liderliğinde hegemonyaya bırakıyor. Truman doktrini bu değişime de işaret eder.

'GÜNEŞİN BATMADIĞI İMPARATORLUĞA CİDDİ BİR MEYDAN OKUMAYDI'

Başlangıç noktasına dönersek “liderlerin ihtirası” ya da “milliyetçiliklerin sonucu” tarifi boşa düşüyor diyebiliriz.

Paris’te düzenlenen törende söylenen söze geri dönersek, ‘milliyetçilikler arası savaş’ sözlerine yani, bu kadar basit değildir demek gerekiyor. Milliyetçilikler her zaman kontrol edilebilir siyasal akımlardır. Macron’un sözleri gerçeği saptırmak anlamına geliyor. Savaşın emperyalistler arası rekabetin sonucu çıktığını açıklıkla söylemek gerek. 1898’de bu aslında açıkça ortaya da çıkmıştır: Bismarck’ın devre dışı bırakılıp II. Wilhelm yönetiminde atılan adımlar, denizaltılar, savaş gemilerine yapılan yatırımlar, “Güneşin Batmadığı İmparatorluk”a karşı ciddi bir meydan okumaydı. Savaş, bu iki emperyalist blok arasındaki rekabetin çatışmaya dönüşmesidir. Siyasal mekanizmalar üzerinden bu sorunlar çözülemez hale geldiği noktada ortaya çıkmıştır. Yoksa Saraybosna’da Sırp bir gencin Avusturya tahtına geçecek veliahda karşı suikast girişimiyle başlamamıştır savaş. 

'BU ADIMI ATACAK GÜÇTE GÖREMİYORLAR KENDİLERİNİ'

Törenler sırasında gündeme gelen bir başka başlığı sormak istiyoruz. Son günlerde Avrupa ve ABD’li liderler arasında çıkan Avrupa Ordusu tartışmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Avrupa Ordusu teması yeni değildir. İki adım ileri bir adım geri mantığıdır. Burada kimse Avrupa’da silah teknolojisi ve yatırımı olmadığı yanılsamasına kapılmasın. Elbette bu durum için basitçe “Avrupa ABD’ye kafa tutmak için bunu planlıyor” demek yeterince açıklayıcı değil, çünkü hem silah tekellerinin hem de Avrupa ile ABD sermayesinin farklı öğelerinin arasındaki ilişkiler oldukça karmaşıktır. Fikri tekrar gündeme getiren Fransa Başbakanı Macron bir yandan Trump yönetiminin milliyetçiliğini eleştiriyor, diğer taraftan da Fransa öncülüğünde bir Avrupa Ordusu oluşumunu düşlüyor. Aslında İngiltere Brexit’le devre dışı kalacak, bu durumda Almanya çok güçlenir, bu durumda Macron “benim önderliğimde bir Avrupa Ordusu oluşursa bir denge oluşur” mesajı vermeye çalışıyor. Bu düşünceye Avrupalı liderler de çok destek vermezler. Ancak bu demek değildir ki, Avrupa ABD ile bir pozisyon mücadelesine girmeyecek, hayır girer. Biz bunu NATO içinde de görüyoruz. NATO’da Avrupacı kanat Soğuk Savaş döneminde de vardı, şimdi de var. Burada en önemli kriz başlıklarından biri teknoloji transferi konusudur. Avrupalı devletler teknoloji transferi talep ediyor, daha çok otonomi istiyor, ABD yönetimleri ise her seferinde “o zaman sizin NATO’daki katkı payınızı arttıralım” der, Avrupalılar geri adım atar ve konu ötelenir. Çünkü Avrupalı liderler bu durumu halka anlatamayacaklarından korkarlar, nihayetinde bunun mali yükünü halka yükleyecekler. Bu adımı atacak güçte, cesarette göremiyorlar kendilerini. Trump da bu yüzden Avrupa devletlerinin bütçelerindeki savunma sanayiine ayrılan payın artırılmasını istiyor. Buna kapitalizm-emperyalizm içi kayıkçı kavgası diyebiliriz.

'1917 EKİM DEVRİMİ TAM DA BÖYLE BİR DURUMDA ORTAYA ÇIKTI'

Adını doğru koymak gerekir, NATO sisteme ilişkin bir şeydir, basit bir güvenlik örgütü değildir. Emperyalist-kapitalist düzenin sigortası olarak görülür. ABD, Avrupa ile olan ilişkilerinde NATO’ya merkezi bir rol vermeye devam edecektir. Buraya kendi ayırdığı payı azaltmaz. Burada bir kamplaşma, çatışma ortaya çıkar mı? Eğer burada ciddi bir çatışma yaşanırsa bilin ki bu an işte o devrimci anın yaklaştığı anlamına gelir. Henüz bu aşamaya geldiğini söylemek doğru olmaz, ancak sistem içi çatışmaların ivme kazandığını gösteren emareler de mevcut.

Tarihten örnek vermek gerekirse, 1917 Ekim Devrimi tam da böyle bir durumda ortaya çıkmıştır. Devrimci anı gören Lenin, bu anı sosyalist devrime taşımıştır. Şu anda dünyadaki durum böyle midir tartışılır, henüz bu noktada olduğunu düşünmüyorum, ancak sistem içi gerginlikler giderek artmaktadır. Reel Sosyalizmlerin çözülüşü ile birlikte kapitalizmi rahatlatacak çok geniş bir alan ortaya çıktı. Tüm bu alanlarda sermaye fütursuzca yayılmasına rağmen sermayenin doyumsuzluğu sürüyor. Kar hırsı doymak bilmiyor. Aynı zamanda o kadar büyük bir gelir eşitsizliği ortaya çıkmış durumda ki. Büyük sermaye gruplarının bu süreçten şikayetçi olmamalarına rağmen kendi aralarındaki mücadele onları hırçınlaştırıyor. Sosyal demokrasi üzerinden hırçınlığın giderilmesi seçenekler arasında gözükmüyor. Sosyal demokrasi potansiyelini tüketmiş durumda, dünyaya sunacağı sözü bulamıyor, bulması da zor gözüküyor, çünkü sermaye bütün hızıyla aç gözlü, doymak bilmez noktaya ulaştı. 

'ÖNEMLİ OLAN SOSYALİSTLERİN YAPACAKLARI, AKSİ HALDE FAŞİZME YÖNELİM KAÇINILMAZ HALE GELİR'

Birinci Dünya Savaşının emperyalist paylaşım sorunlarını çözemediğini ve 20 yıl sonra bir ikincisinin tekrarlandığını biliyoruz. Ve Sovyet Birliğinin çözülmesine kadar da bu iki savaşın sonrasında oluşan uluslararası denge korundu. Bir tarafta Sovyetler Birliğinin önderliğinde sosyalist kamp, diğer tarafta tepesinde ABD’nin durduğu emperyalist nitelik kazanmış kapitalizm. Bu iki kutuptan birisi otuz yıla yakın süredir yok. 2. Dünya savaşının sona ermesinden Sovyetlerin dağılmasına kadarki süreçle, ondan sonrasını karşılaştırarak değerlendirecek olursak uluslararası ilişkilerde temel olarak değişen ne oldu ve sizce dünya nasıl bir yere doğru gidiyor?

Birinci Dünya savaşı sonrası ilan edilen düzen, iki kutuplu diye tarif edilen dönemin de başlangıcıdır. Dünya nüfusunun ve ekonomisinin 6’da birinin sistemin dışına çıkarıldığı bir Bolşevik Devrimi yaşandı. Birinci Dünya Savaşı sonrası başlayan iki sistem arasındaki savaş, 1917’den 1991’e kadar devam etti. İşte bu iki dönem arasına Soğuk Savaş denildi. Böyle denilmesi doğrudan bir sıcak savaş yaşanmaması ve bu sürecin belli kurumlar arasında sürmesi nedeniyledir. Yapılara baktığımızda iki dünya nasıl oluştu? Batı bloku ABD önderliğinde oluştu. Finansal, iktisadi, siyasi kurumlar oluşturuldu. Bütün bunları korumaya yönelik askeri yapılanma oluşturuldu. Sistemin çarkının dönmesi için bu elzemdi. Sermayenin yatırımının geri dönüşünü güvence altına almak için savunma-güvenlik aygıtı, NATO, oluşturuldu. NATO sistemin güvencesidir. Bu yüzden de  sosyalizm çözüldükten sonra sistemi muhafaza etmek için NATO varlığını sürdürdü. Kapitalizmin koruyucusudur NATO.

Şimdi bunu yıkıp yerine bir Avrupa Ordusu kurma projesi önermek gerçekçi değil. Bunu isteyenler var ama… Varsayalım ki aşırı sağcılar, Fransa’da milli cephe’nin lideri Le Pen’in, Almanya’da Afd’nin güçlendiğini ve iktidara geldiklerini düşünün. Bu, kapitalizm için bence en büyük tehlike anlamına gelir. Savaşa, sistem içi çatışmaya zorlar. Öyle bir durum gerçekleşecek olursa, sosyalistlerin düşünmesi gereken bir tablo ortaya çıkar. Bu durum yaşandığında sosyalistler nasıl bir pozisyon alacak, bu çok önemli. Böyle bir durumda çok ayrıntılı düşünüp hareket etmek gerekir. Kriz kapitalizme ait, bunu bir şekilde, bir dönemde atlatırlar, önemli olan bunun tepe noktasında sosyalistlerin yapacaklarıdır, aksi halde faşizme yönelim kaçınılmaz hale gelebilir.

'TÜRKİYE DİYE BİR ÜLKE KALACAK MIYDI?'

1917 Ekim Devrimi az önce sözünü ettiğim kriz anında sosyalistler tarafından verilen yanıtla ortaya çıktı. Bu yanıtın oldukça güçlü sonuçları da oldu. Öncelikle hiç kimsenin beklemediği sosyalist devrim Sovyet Rusya’sında ilk kez hayata geçirildi. İkinci olarak Türkiye’deki Kurtuluş Savaşı bu anlamda çok önemli bir çıktı sundu. Bakarsanız bugün savaşın bitiminin 100. yılını kutlayan insanlarla, 1918’de yapılan barış girişimlerini karşılaştırırsanız, Lenin’in izlediği barış politikası diğerlerinden çok farklıydı. Hepsi işgalle elde ettiği toprakları elde tutmaya çalışırken Lenin, örneğin Anadolu topraklarında, işgal edilen yerleri geri vermiştir. Bunun da ötesinde Anadolu’da başlayan bağımsızlık sürecine inanılmaz destek vermiştir. Şu olasılığı düşünün, Rusya’da Bolşevik Devrimi olmasaydı Türkiye diye bir ülke kalacak mıydı, olacak mıydı? Lenin’in desteği bu anlamda çok değerlidir.

Sovyetlerin dünyaya kattığı en büyük şey, emperyalistlerin pervasız şekilde hareket etmesini engellemesidir, başka bir sistemin varlığını göstermesidir. Bunu iki sistem arasında yaşanan mücadelenin, diğer adıyla Soğuk Savaş’ın, bitmesiyle çok daha net bir şekilde görüyoruz. Avrupalı aktörlerin hiçbirinin barış diye bir derdi yok, barış ve istikrarı bir tutmamak gerekiyor. İstikrarı ararlar ancak çatışmalardan da beslenirler.

Unutmayalım ABD Birinci Savaş sırasında her iki tarafa da silah ve ürün sattı. Bu savaştan oldukça büyük bir fayda sağladı. İkinci Savaş’a da ABD çok geç, diğer aktörler büyük bedel ödedikten sonra dahil oldu. Savaşın en büyük maliyetini Sovyetler ödedi, Stalingrad denilen savaş olmasa, Hitler’i kim durdurabilirdi bilemiyorum.

Şunun altını çok net bir şekilde çizmek istiyorum, kapitalist sistemde rejimler liberalizmle faşizm arasında salınır. Bu iki uç arasında salınır durur kapitalizm, diğer bir ifade ile faşizm de liberalizm gibi kapitalizme içkin bir şeydir. Kapitalizmin dışında ayrı bir sistem değildir.

'KAYGAN BİR ZEMİN VAR'

Bugün hala birçok kriter açısından düşününce, ABD açık ara dünya emperyalist sisteminin en güçlü ülkesi. Bunun yanında emperyalist sistem uzun süredir çok merkezli dağınık bir görüntü veriyor. Sabit karşıt bloklardan da bahsetmek kolay değil. Mesela çözülüşten sonra da uzun süre Çin-Rusya ve yakın-uzak Asya ülkeleri Batı karşısında alternatif olarak kabul edilirdi. Bugün bu küme de kendi içinde çok parçalı ve oynak. Aynı şey Batı kapitalizmi için de geçerli. İttifaklar çok hızlı yer değiştiriyor o yüzden ittifak demek bile doğru olmayabilir bu ilişkilere belki de. Siz bu dağınıklığın temel nedenini neye bağlıyorsunuz ve bu tabloda bir değişiklik öngörüyor musunuz?

İçinde bulunduğumuz dönemde ABD’nin bazı kriterler açısından gücünün azaldığını görüyoruz. Küresel düzlemde ABD’nin ekonomideki payı 2. Dünya Savaşı sonrası yüzde 50’lerden yüzde 15-20’lere kadar gerilemiş durumda. Bu aslında iktisadi bir düşüşü ifade ediyor. Buna karşın ABD’nin askeri teknoloji açısından güçlendiğini ve aradaki farkı açtığını görüyoruz. Bu da çatışma riskini arttıran bir faktör. Şu anda iki sistemin olduğu bir dönemden söz etmiyoruz, bu da emperyalistler arasında bir çatışmayı tetikleyebilir. Bunun çıktısının ne olacağı tartışılabilir, buradan alternatif çıkmalı. Bu alternatifin çıkıp çıkmayacağı sosyalistlerin atacağı adımlara bağlı, bu faşizmle de sonuçlanabilir, sosyalizmle de sonuçlanabilir.

İttifak tartışmasının detaylarına inecek olursak Rusya ve Çin birlikte hareket eden aktörler, “Avrupa Ordusu’nu bu ikisine karşı da konumlandıralım” deniliyor, detaylara bakıldığında ise bu ittifak sistemi tanımının çok da doğru olmadığını görüyoruz. 

Almanya’nın enerjide Rusya’ya bağımlığı var. Rusya bu sistemin dışında bir aktör değil, bu sistemin içinde bir aktör. Rusya ile ilişkisini belli bir kol mesafesinde sürdürecektir Almanya. Rusya ile Çin yakınlığı denilip geçilen noktada da iki ülke arasındaki rekabet başlıkları unutuluyor. Batı daha önce Çin’le Sovyetleri ayırmayı başaran adımlar atmayı başardı. Batı bu konuda yeteneklidir, yine bunu yapabilir mi bilinmez ama düzenin maharetlerini de unutmamak gerekiyor. 

İttifaklara baktığınızda kaygan bir zemin olduğu gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Bunu neyle ve nasıl sonuçlanacağını tahmin etmek oldukça güç. ABD’de mutlak bir birlik göremiyoruz, Trump’ın nasıl bir seyir izleyeceğini görmek gerekiyor.

Rusya, Sovyet mirası üzerinden hareket ediyor, Sovyetlerin mirasını sömürüyor. Enerji dışında silah başlığında adımlar atıyor Rus sermayesi. Örneğin Çin Rusya’dan teknoloji transferi talep edecektir, buna gönül rahatlığıyla olumlu bir yanıt vereceğini tahmin etmiyorum Rusya’nın. Birçok başlıkta olumlu bir tablo çizerken, gerilim başlıklarının da doğabileceğini görmek gerekiyor.

Avrupalıların enerji meselesinde Rusya ile teması olsa da güvenlik başlığında ABD’den ayrışması yakın dönemde mümkün görünmüyor. Avrupa’nın bir bütün olarak hamle yapması ise çok daha zor görünüyor. 

Japonya bir yandan güçlü bir ABD destekçisidir örneğin ama “Çin’le de ilişki kurmalıyım” noktasına geldi. Çin, Kore yarımadasına ABD hamlelerine bir yanıt vereceğinin sinyallerini verdi. Çin giderek güçleniyor ama bu ABD’nin “sana pastayı bırakıyorum” diyeceği anlamına gelmiyor, bu gerilim de artacaktır.

Tüm bu aktörler arasındaki gerilimlerin nereye varacağını kestirmek zor, bir uzlaşı mı, çatışma mı? Bunu biraz da zaman ve daha çok verinin ortaya çıkması gösterecek.

Bir kez daha söylemek gerekirse, artık topluma söyleyecek hiçbir şeyi kalmadı kapitalizmin. Bu hem dünyada böyle hem de Türkiye’de.

TÜRKİYE STRATEJİSİNİ DARALTTI

Tam da bu noktadan Türkiye’ye geçiş yapsak. Bu denklemde Türk dış politikasını nereye yerleştirmek gerekiyor diye sorsak…

Türkiye 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana bazı kısa aralıklar dışında hep kendisini batıyla özdeşleştiren ve de oradan kendi güvenliğini ürettiğini zanneden ama son tahlilde batıya bağımlığını yeniden üretmek dışında bir gerçekliği olmayan bir ülke.

Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana bazı alanlarda etkin bir rol oynama arayışı var. Bunun ilk örneğini Özal döneminde görürüz, orada ete kemiğe bürünemedi. 

Genişleme, etkin nüfuz alanları oluşturma, adına ne derseniz deyin: Yeni Osmanlıcılık da diyebilirsiniz, alt emperyalizm de diyebilirsiniz. Yeni bir alan çıkmıştır ortaya “bu alanda biz de etkili olacağız" iddiasıdır bu en basit ifadesiyle. Bu politikayı destekleyecek ne sanayisi, ne sanayicisi, ne de siyasal fikir üreticisi var siyasi İslamcıların. Dolayısıyla istese de bu genişlemeci politikayı uygulayabileceği bir zemin yok.

Buna yönelik adımları, denemeleri uzunca bir süredir görüyoruz aslında öyle değil mi?

Siyasi İslamcılar, liberallerle birlikte bunu test etti. Özal döneminde test etti, geri adım attı. Türkiye’de kendini milliyetçi kampta ifade edenlerin istemediği bir sonla bitti bu macera. 1. Körfez Savaşı’nda etki alanı oluşturma planıyla çıkılan yol hayal kırıklığıyla bitti. Batı Türkiye’yi uç beyi olarak görüyor; Balkanlar’da böyleydi, Orda Doğu’da da böyle. Kimse girmek istemediği zaman giriyor, sonra devler gelince çıkmak zorunda kalıyor. Türkiye’de yayılmacı hayalleri olanlar her seferinde bu sonla karşılaşıyor. Türkiye’de sağın bütün kanatları, az ya da çok, yayılmacı politikayı Osmanlı geçmişine öykünerek, üstelikte Osmanlı’nın büyük güç kategorisinden 17. Yüzyıl sonu itibarıyla çıkmış olmasına rağmen, heveslenir durur. Biraz palazlanan yapsatçı sermaye grupları da çok heveslidir bu tarz söylemlere fakat içi boş söylemlerdir bunlar.  

Gelinen noktada şu anki iktidarın stratejisi ne size göre?

Türkiye çok net bir şekilde Avrupa’dan dışlanmış durumda. Son söylenen, “Biz Türkiye’yle müzakereleri askıya alacağız” ama öbür taraftan da vize serbestisi ile Gümrük Birliği ve Geri Dönüş anlaşmasını müzakere edelim demekteler. Gümrük Birliği’ni kendi istedikleri gibi yeniden revize etmek ve belki de daha önemlisi, mülteci meselesinde geri dönüş anlaşmasının hızlı ve yoğun bir şekilde hayata geçirilmesini sağlamak için yapacakları açıktır. 

Benzer bir hamleyi Kuzey Afrika’da yaptılar, mültecileri orada tutmak istiyorlar. Avrupa sermayesi seçerek, yetişmiş iş gücünü almak istiyorlar sadece, “gerisi sizde kalsın” diyorlar. Türkiye’de iktidar bunu görüyor aslında. Türkiye’deki sermaye de Suriye ve diğer yerlerden göç etmek durumunda kalan yoksullara karşı benzer politika izlenmesini öneriyor, gerçekleştiriyor. Ucuz iş gücü. Böylece iş gücü piyasasını terbiye etmeye kalkıyor.

Yeni Osmanlıcılık olarak anılan, Davutoğlu ile özdeşleşen, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da, eski Osmanlı coğrafyasında etkinlik alanları oluşturmayı amaçlayan bir politika vardı başlangıçta. Bu politikada bir daralma söz konusu. Tamamen kopuş henüz yok.

Türkiye şu anda sadece Suriye ve Kuzey Irak’ta çok daha etkili rol oynamak istiyor, politikası bu iki noktaya daralmış durumda. 

Orta Doğu’da Suudi Arabistan’da bir yönetim değişikliği olursa, orada rol oynamak, buna hazırlık bakımından pazarlık konularını elinde tutmak istiyor. Katar üzerinden kendi etkinliğini yaratmek istiyor. Doğrudan etki alanı olarak ise Suriye ve Irak’ın kuzeyi belirlenmiş durumda. Yani ilk baştaki politikaya göre bir daralma söz konusu. Bu daralma örneğini aslında biz geçmişte de gördük. Türkiye sağı, islamcısı, milliyetçisinin ortak noktası budur. Önce mefkure olarak tanımladıkları hayal edilemeyecek şeyi isterler, sonra daraltırlar. Önce Turan denir, Macaristan’dan Çin Seddi’ne kadar olan bölge istenir, sonra bunu Ziya Gökalp Oğuz Türkleri’ne indirger. Şu anda da iktidar bunu yapıyor aslında. İslam coğrafyasında istediği büyük adımı atmasının olanağının olmadığını görüp, alanı daraltıp yeniden revize ediyor politikasını.

'FIRAT'IN DOĞUSUNDA İTTİFAK OLASILIĞI VAR'

Nereye gider sizce bu strateji? Türkiye Fırat’ın doğusunda bir ittifak sürecine girebilir mi ABD ile? 

Böyle bir olasılık var. Burada ittifakın devreye girmesi durumunda MHP atından inmesi, HDP ile temas kurması gerekir. Bunu yapmakta yerel seçimlere kadar zorlanır.

Bu coğrafyada Türkiye’nin hamle yapmasının önündeki engel Rusya ve ABD oluyor. Türkiye için Rusya yanlış düşmandır. Bu iki ülkenin karşı karşıya gelmesi ikisinin de çıkarına değil. İkisi de kaçınmaya çalışıyor. Öbür taraftan ikisi de ABD ile müzakere halinde. Türkiye sürekli “ben size karşı düşman değilim, Rusya’nın etkisine karşı sizin yanınızdayız” mesajı vermek istiyor. ABD’ye o kadar göbeğinden bağlı ki Türkiye karşı karşıya gelemeyeceğini biliyor. Bu da yeni müzakere adımlarının her zaman açık olduğunu gösteriyor.

Bu ittifak sisteminin kalıcı hale geldiği anlamına gelmiyor, bölgede bir bütün olarak kaygan bir zemin var ve belirsizlikler sürüyor. Bölge gücü olarak Suudi Arabistan’da ne olacağı belirsiz. İsrail-İran gerilimi sürüyor ve burada da net bir harita görünmüyor. Avrupa’nın burada nasıl bir pozisyon alacağı da tartışmalı durumda.

Sistem içindeki gerginlik belli bir noktanın ötesine geçerse kalıcı izler bırakır. Kapitalizmin her şeyi çok iyi yaptığını düşünmemek gerekiyor. İzlenecek politikadaki krizler yeni koşullar üretebilir. Bu koşullar görebildiğimiz kadarıyla iki yönelimi gösteriyor: Birisi düzenin devamı için faşizm, diğeri bu düzene alternatif, sosyalizm. Bu uluslararası düzlemde de ulusal düzlemde de böyle gözüküyor.