Ali Rıza Aydın baro seçimlerini değerlendirdi: Meclis'e benzer bir durum var

Haftasonu Türkiye’nin en büyük barolarında seçimler yapıldı. Ankara, İstanbul ve İzmir’in yeni baro yönetimleri belirlendi. Yer yer gerginlikler yaşansa da iktidara yakın grupların zaten iddialı olamadığı baro seçimlerinde yönetimler yine AKP muhalifleri arasından belirlendi. Eski Anayasa Mahkemesi raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın oluşan "yeni" tabloyla ilgili sorularımızı…

Haber Merkezi

Haftasonu Türkiye’nin en büyük barolarında seçimler yapıldı. büyük baroların yeni yönetimleri belirlendi. Özellikle İstanbul ve Ankara'da bazı gerginlikler yaşansa da iktidara yakın grupların zaten iddialı olamadığı baro seçimlerinde yönetimler yine AKP muhalifleri arasından belirlendi. 

Barolar sadece Türkiye’nin en büyük meslek örgütlerinden birisi olduğu için değil, aynı zamanda yargının temel bileşenleri arasında yer alan avukatlık mesleğini sürdüren on binlerce kişiyi çatısı altında topladığı için de önemli.

Baro seçim sonuçlarını ve Türkiye’deki yargı tartışması bağlamında ortaya çıkan tabloyu eski Anayasa Mahkemesi raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın’a sorduk.

Baro genel kurulları büyük ölçüde tamamladı ve baroları iki yıllığına yönetecek yönetim kurulları seçildi. Türkiye Barolar Birliği’nin oluşumuna da katkıda bulunacak bu seçimler, avukat ve yargı sorunlarına bakışla ilgili ne getirdi, ya da farklı şeyler getirdi mi?

İlk önce birkaç dikkat çekme ile başlayalım. Birincisi, baro genel kurullarını seçim üzerine kurulu bir müessese olarak görmemek gerekir. Bu “demokratik toplum”, “demokratik hukuk devleti” gibi adlandırmalara tabi tutulan düzenin de yalnızca seçime kilitlenmesine benzer. Mesleki, ekonomik, ortak çalışma ve siyasal nitelikli her örgütlenmenin genel kurulları, burada tartışılanlar, alınan kararlar önemlidir ve bu seçimlerden ibaret değildir. Genel kurullar “en yetkili” karar organı olarak tanımlanırlar. Dolayısıyla örgütlerin amaç, hedef, ilke ve stratejilerini, ideolojilerini belirleyen organlardır. Geçmiş çalışmaları değerlendirip, denetleyen ve gelecek çalışmaları biçimlendiren karar ve faaliyet organlarıdır. İşleri ve işlevleri yalnızca seçim değildir.

İkinci nokta, anayasal güvence altındaki “kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluş”ları içinde olan baroları, diğer meslek kuruluşlarından ayıran özelliktir. Yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eden avukat ile avukatın anayasal örgütü olan baro bir özdeşlik içindedir. Avukat, hak arama özgürlüğü ile adil yargılanma hakkının “iddia ve karar” ayaklarıyla birlikte üçüncü temel ayağı olduğuna göre örgütünün de bu nitelikle tanımlanması gerekir.

Sorunuzun yanıtını bu nitelendirmelerle birlikte vermek zorundayız. Seçimler ve seçimi kazananlar üzerinden yapılacak değerlendirme tek başına avukat ve yargı sorunları üzerine konuşmaya yetmez. Fazla biçimsel kalır.

Biraz açar mısınız o halde?

Baro genel kurullarına, özellikle de üye sayıları hatırı sayılır derecede fazla olan büyük illerin genel kurullarına bakınca maalesef geçmiş yıllara kıyasla farklı ve heyecan verici bir değerlendirmeyi yapacak durumda değiliz. Yani genel kurullar buna imkan verecek şekilde geçmedi. Hani derler ya “eski hamam eski tas”.

2018’de, geçmiş genel kurullardan daha sönük, bırakalım Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu, yargı üzerine bile değerlendirmelerin silik kaldığı, cansız, heyecansız genel kurullar gördük. Genel seçimlerde kullandığımız sözcüklerle, kimi istisnalar dışında, kopyala yapıştır genel kurullar gözlemleniyor. 

Her şey olağan, hem de fazla olağan gibi gösteriliyor. Anormal, olağan dışı bir durum yokmuş gibi bir tablo çiziyor genel kurullar. Bunun karşılığı şu: fazla uyumluluk var. Neye? Düzene… Tabii ki vurgulamadan geçemeyiz çürümüşlük düzenine…

Avukatlar gibi, niteliği yüksek, eğitimleri ve yaptıkları meslekle toplumun her tür fotoğrafını gerçekçi olarak saptama yeteneğine sahip bir meslekten ve bu mesleğin örgütünden söz ediyoruz. Bu tespitiniz çok ilginç değil mi?

Evet, ilginç ama öyle, deyim yerindeyse durum vahim. Baro yönetimlerinin AKP’nin ya da AKP/MHP ittifakının eline geçmemesine zafer denilebilir mi? “O kadar teslim alınmışlık ve teslimiyet söz konusu ki zafer diyenler olabilir” diyebilirsiniz. Sorunuzdaki nitelendirmeyle çelişkili bir durum olur bu. Ya da biraz kolaylaştıralım, “avukatları ve örgütlerini içinde bulunduğumuz koşullardan soyutlayamayız” diyerek işin içinden sıyrılabiliriz. Bu bırakalım nitelikli mesleği, insan olmanın, insanlık için yaşamanın, halkın ve adaletin savunmasını yapmanın doğasıyla ters düşmez mi?

Bir başka gözlem de şu olabilir: Saydığınız ve vurguladığımız özelliklere karşın, anayasal güvenceye karşın daha vahim bir tablo duruyor önümüzde. Uygulamayan ya da çifte standart uygulanan bir Anayasa var. Hak ve özgürlükleri "yasa maddeleri" halinde yerinde duran ama parlamenter yönetim tarzından bireysel yönetim tarzına geçen bir Anayasa var. Ek olarak, gerçek adaleti arayan avukatlar da var ama yanında egemen siyaseti yansıtan, parlamento yerine çok yetkili/hep yetkili “başkan”a bağlı olan avukatlar ve hukuksuzluğu yansıtan hukuk var. Bu tabloyu okuduğumuz zaman bir yandan da “umutsuzluk algısı” görüyoruz avukatlar arasında. Bu algının baroların genel kurullarını etkilediğini de belirliyoruz. 

Peki, bu tablo karşısında AKP’nin ve yeni ittifak tartışmaları kamuoyuna yansıyan MHP’nin tavrı konusunda ne söyleyebiliriz?

Barolardaki, özellikle de büyük barolardaki çağdaş/demokrat nitelendirmelerle önceden gelip önümüzdeki iki yıla da devreden genel tavır AKP ve MHP ittifakını rahatsız ediyor. Aksi de düşünülemez. Nitekim İstanbul ve Ankara’da görülen sataşma ve saldırı örnekleri bu rahatsızlığın dışa vurumu. Ama ittifakçılar niceliksel olarak çok güçsüzler. Barolar içindeki çeşitli gruplaşma ve mücadele deneyleri, en azından bölünmeme, bölünüp seçimleri kaybetme gibi dersler de bu siyaset ortaklığına fırsat vermiyor. 

“Bu durum yeterli mi” diye sorarsak, değil. Çünkü her iktidar, gücünü ve hakimiyetini her alanda sürdürmek ister. AKP, diğer kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını olduğu gibi baroları da ele geçirmek ister. Burada, barolar ve baro genel kurulları örneğinden hareket edersek, çelişkili gibi görülen ama birbirini tamamlayan iki durum söz konusu: AKP baroları ele geçiremiyor, ele geçirdikleri var tabii, ama büyük ve güçlü baroları ele geçiremiyor; bu barolar da AKP’ye teslim olmuyor. Bu iki durum birbirini nasıl tamamlıyor? Tam Meclis'teki düzen içi muhalefet gibi… İşte baro genel kurullarındaki heyecansızlık buraya oturuyor. 

Biraz açarsak…

Burada, sol Portal’da sürekli vurguladığımız bir şey var: Türkiye “hukuksuzluk ve yargısızlık iklimi”nde yaşıyor. Hukuk var, yargı var ama siyasi iktidarın ve sermaye sınıfının istediği kadar… Devamen siyasi iktidarın ve sermaye sınıfının istek ve hedefleri için işçi sınıfının ve emekçi halkın durması gereken yerde durmasını sağlamak amacıyla var. Arada tek tük burjuva hukukunun değerleri içinde aykırı karar çıkması bu özü değiştirmiyor. Hukuksuzluk ve yargısızlık ikliminden kastımız bu. Bu iklim anayasal hak ve özgürlüklerin varlığı için en gerekli hak olan “hak arama özgürlüğü”nü ve de “adil yargılanma hakkı”nı sömürücü düzen lehine bozuyor.

Artık sökülüp atılamayacak derecede yapışıp kalan bu hukuksuzluk ve yargısızlık iklimi, siyasi iktidar yönünden cezasızlık iklimini de içinde taşıyor. Bu çerçevenin tamamlayıcısı ise yargının vazgeçilmez unsuru olan “savunma”nın “savunmasızlık iklimi” içinde eritilmeye çalışılması. Bu kadar masum da kalmıyor; avukatlara baskıyla hatta şiddetle tamamlanıyor. 

AKP’nin memnun değilmiş gibi gözükmesine rağmen rahatlığı da buradan kaynaklanıyor diyebilir miyiz?  

Tabii… Piyasacılığıyla, gericiliğiyle, emperyalist işbirliğiyle, talanları ve suçlarıyla, istismar ve cinayetleriyle kendinden menkul bir ülkede yaşıyoruz. Hukuksuzluğuyla ve hukukla hiç uyuşmayan keyfiliğiyle, sermayenin sınırsız tahakkümünü sağlayan başkanlık rejimi tahakkümüyle hüküm süren bir devlette yaşıyoruz. Anti laik ve anti aydınlanmacı tavırlarla toplumun yaşam tarzı altüst edildi. Öyle bir ülkede ve dönemde yaşıyoruz ki, herhalde “muhalefet” kavramını bu kadar kolay edilgen hale getirecek bir örnek zor bulunur. 

Muhalefet, etkinliği değil edilgenliği tercih ediyor. Bu abartılı bir saptama olmaz. Baro genel kurullarının genel görüntüsü de bu edilgenliği yaşıyor. Kabulcü, rıza gösteren, mevcut duruma karşı harekete geçebilecek emareleri ve heyecanı göstermeyen genel kurullar geçti. Tek tük konuşmalar içinde geçen kimi satırlar dışında hak aramayı, savunmayı, yargıyı, bu parçaların içinde olduğu devlet bütünselliğini ve de devletin içinde olduğu düzeni sorgulayan, yargılayan, değerlendiren bir genel kurul somutu göremedik. Buradan da doğal olarak “mücadele” ve eylem başlıkları çıkmadı. "İşçi avukatlar"ın büyük illerdeki duruş ve tavırları için ayrı bir not düşmek gerekiyor. 

Genel kurullarda baro içi çelişkilerin, iç çelişkilerin sınırı bile zorlanmadı ki düzen sorgulansın. Teslim olmamak iyi de nereye kadar? Her genel kuruldan teslim olmama sevinciyle çıkanlar aslında rehavetin içine gömülürler ki bu da bir çeşit teslimiyettir. Daha da kötüsü teslim almak isteyenlerin her vaziyetini meşrulaştırmaya destek demektir. Bu rehavetin arkası mücadele olarak karşılık bulur mu? İzleyip göreceğiz. İzlemekle yetinmemeli tabii. Örgütsel ve mesleksel duyarlılık, genel kuruldan genel kurula değil her gün her an canlı olmalı ve denetimi elde tutmalı.

İşçi avukatlardan söz ettiniz. Bu hareketin çalışmalarıyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?  

İşçi avukatlar genel kuruldan genel kurula devreden kesintili bir çalışma yöntemi izlemiyor. Baro Genel Kurullarını konuşurken bu tespit önemli. Bir yandan da “işçi avukatlar” sözcüklerinin bile kabul görmediği bir ortam söz konusu. Bu ortamı yalnızca iktidar yanlısı taraflar yaratmıyor.

İşçi avukatların bir başka özelliği ise sınıfsal niteliklerini ve duruşlarını çalışmalarının merkezine oturtmaları. Mesleklerini, hak aramayı, savunmayı ve yargıyı tarihsel maddeci toplum bilimi, tarihsel maddeci devlet ve hukuk kuramı bütünlüğünde görüyor ve okuyorlar. Bu da niceliği geriye itiyor. 

Nitekim, Ankara, İstanbul, İzmir baro genel kurullarında açıklamaları, konuşmaları, önerileri ve tavırlarıyla farklılıklarını gösterdiler. Öyle dikkat çektiler ki “işçi avukatlar” üzerinden deyim yerindeyse prim yapmak isteyen gruplar, işçi avukatların savlarını ve ilkelerini seçim malzemesi yapmaktan kaçınmadılar. Genel kurullara işçi avukatlar tanımlaması damga vururken, işçi avukat sözcüklerinden kaçınan “demokratlık”lara da tanık olundu.

Avukatlık mesleğine, bağlı olarak hukukçuluğa gerçekçi damgayı vurmaya, vururken de örgütlenmeye, toplumsal denetimin ilkelerini yaşama geçirmeye devam etmeleri elzem. Mücadele boşluk kaldırmaz.  

Son olarak söylemek istedikleriniz…

Avukatlığı amacı Yasada, “hukuki münasabetlerin düzenlenmesini, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını her derecede yargı organları, hakemler, resmi ve özel kişi, kurul ve kurumlar nezdinde sağlamak” olarak tanımlanıyor. Avukatlık mesleği, yargının kurucu unsuru olmakla birlikte, hukuksal ilişkilerde, adalet ve hakkaniyette hem mevcut hukuk düzenini hem de yargılama işlerini sorgulamak ve zorlamak durumunda. Bu sorgulama toplumsal ilişkilerin ürünü olan hukuk ve yargının içinde bulunduğu düzeni de sorgulamayı gerektirir. Aksi halde eriyip kalmak kaçınılmaz. 

Açıkça biliyoruz ki, ne hukuk ne de yargı ekonomik durumdan ve bu duruma karşılık düşen siyasal, sosyal, kültürel ve etik durumdan ayrı ve üstün. Bunu bize sınıfsallık ve sınıfsal bakış veriyor. Ne zaman ki, söyleşi konumuzdaki meslek örgütleri olan barolar ama genelde diğer öğütler sınıfsal özü yakalarlar, işte o zaman düzenden kurtulmanın emareleri de belirir.