Adnan Gerger: İyi insanlar daha çok üretmeli

'Bu sözde entelektüeller, insanların itiraz etme kanallarını tıkıyorlar. Şirin görünen bir dizi tuhaflık onların sayesinde hayatımıza giriyor. Ama umutsuz da değilim. Evet belki yazdıklarım bu karamsarlığı ve kötülüğü resmediyor ama tüm bunlar aynı zamanda çıkış yolunu da gösteriyor.'

Özkan Öztaş

Adnan Gerger'in Ses ve Sus romanı kısa bir süre önce okurlarla buluştu. Gerger'in bir önceki romanı Yüzsüz Hayat'tan sonra yayımlanan Ses ve Sus, gerek biçim gerekse içerik olarak Gerger'in diğer çalışmalarından ayrılıyor.

Uzunca süren bir çalışma oldu demiştiniz geçtiğimiz yıllarda kitap yayınlanmadan önce. Nasıl bir süreç geçti? İçinize sinen bir çalışma oldu mu?

Evet 4 yıl süren etütsel bir çalışmanın çıktısı oldu Ses ve Sus romanı. Yorucu, keyifli bir süreçti benim için. Onca çabaya ve emeğe değdi dersem okuyucular kızmaz sanırım bana. Geri dönüşler de iyi. Pek çok okuyucu okuduktan sonra olumlu geri dönüş yaptılar, yapmaya devam ediyorlar. Umarım onlar için de iyi olmuştur.

Kitabın hikayesini dilerseniz sizden dinleyelim. Adnan Gerger neyi anlatmak istedi bu romanında? Ne aktarmak istedi okuyuculara?

Toprak, beden ve ölüm. Bu üç kavram ile aktarmaya çalıştım anlatmak istediklerimi. Yıllardır anlatmaya çalıştığım şeylerin hem bir devamı hem de farklı bir biçimi var bu çalışmada. Bu topraklarda yaşanan acıları, faili meçhulleri, devletin bireyler üzerinde kurduğu baskı ve otoriteyi, insanların yarım kalan umutlarını anlatmaya çalıştım. Elimden geldiğince, dilim döndüğünce. 

Edebiyatın derdi eni konu estetik bir ifadenin biçimi. "Siz bu estetik ifadeyi kim için ya da neyi anlatmak için kullanıyorsunuz?" sorusu benim için öncelik konusudur. 

Yani önce "kimi anlatıyor bu hikaye" sorusu, nasıl anlatıldığından belki de daha önemli. Sahte yaşamların, popüler konuların harikulade anlatılmasının ne gibi bir önemi olabilir ki?
Gerçek hayatı, gerçek yaşamları, dertleri ve umutları anlatmak daha kıymetli bu nedenle. 

Toprak, beden ve ölüm temaları ile bu topraklarda yaşanan bir süreci aktarmaya çalıştım. 

Yazım süreci nasıl geçti? Bir dizi araştırmaların, dinlemelerin, bazı hayatların incelendiği bir kitap çıktı ortaya. 

Yazım süreci beni zorladı desem yalan olmaz. İki nedenle . İlki mevcut bir hikayeyi farklı bir anlatım tarzı ile aktarmak, ikincisi de çalışmanın uzun soluklu oluşu. Yani başladığım yer ile ulaşmak istediğim yer arasında bir açı oluştu. Bu açı olumsuz bir açı değil. Yola çıkarken tasarladığım sonuçtan çok daha hoş çok daha kıymetli bir yere evrildi hikaye. Biraz da hikaye kendisini yazdırdı bana desem yanlış olmaz.

ü

Farklı anlatım derken romandaki masalsı anlatım ile gerçeklik arasında kurulan bağı ve arasındaki geçişleri kastediyorsunuz sanırım. Bu nasıl bir tercihin sonucu oldu?

Roman bazı bölümlerden oluşuyor. Ben anlatıcı zaman zaman değişiyor. Bu yaygın olmasa da bilindik bir yöntem. Ancak ben buna hem kendimi, hem okuyucuyu hem de roman karakterlerini dahil ederek herkesin muhatap olduğu bir biçimi zorladım. Zira yaşanan her acının ya da kederin muhatabıyız bu topraklarda. Görmezden gelebilirsiniz. Ama bu muhatap olduğunuz ya da sorumlu olduğunuz gerçeğini değiştirmeyecektir. 

Bu geçişler, yani masal ile gerçek arasındaki geçişler sizce de sert değil mi? Yani masalsı bir hikayede, bir destanın izinde ilerlerken bir anda kendimizi bir elektrik faturasının özetinde ya da bir hastanın hastane raporunda bulabiliyoruz. Bu bir tercih miydi? Yoksa giderilememiş bir anlatım sorunu mu?

Şimdi buna bir tercih demek sanırım, varsa anlatım sorunu açısından kolaya kaçmak oluyor değil mi? (Gülümsüyor)

Evet bu bir tercih. Bu aslında okuyucular açısından çok geri dönüşü olan bir yorum değil. Ya okuyucuların gözünden kaçan bir ayrıntı ya da rahatsız olmadıkları bir durum.  Her ikisi de olabilir tabi.

Ben buna masalsı anlatım yerine "mesel dili" demeyi tercih ediyorum. Bu dili bu şekilde kurmamın bir kaç nedeni var. 

İlki, hayat aslında bu meseller gibi hep iyilerin kazandığı bir yer değil. İyilerin kazanması için bazı şeylerin gerçekleşmesi gerekiyor. Ama bir yanıyla da hayat mesellerden de bu kadar uzak değil. Yani aslında hayatı mesellerdeki kadar güzel yapabilmek biraz da bizim ellerimizde. Bunu anlatma çabasının biçimsel bir ifadesi bu. Acı ve tatlının iç içe ilerleyen iki şey olmadı gibi bu hayatta.

Kitapta bir çok isim kent ve ülke farklı şekilde tarif ediliyor. Romanın tanıtımında da "herkesin bildiği herkese uzak bir ülke" tarifi var. İsimleri değiştirmenizin nedeni nedir? 

Çok somut ifadeler düşüncenin yaratıcılığını çoğu zaman öldürebiliyor. İstanbul, Ankara, Diyarbakır demektense buraları çağrıştıran ifadeler kullandım. Herkes kendi kentini kendi soyutlaması ile tarif etsin diye. Okuyucuya "bu kenti de şöyle düşünün bakalım" demektense "şimdi bir kent düşünün, içinde şöyle acılar böyle umutlar var" demek daha sahici geliyor bana. Bu benim açımdan okuru metne dahil etmenin de bir çabası tabi. 

Tüm bunları çalışırken aklımda olan en temel şey, edebiyatı dar kalıplarından çıkaran, estetik dili kuran bir biçim nasıl inşa edilir sorusuydu. Bunu düşünerek ilerlemeye çalıştım. 

Başarılı olduğunuz düşünüyor musunuz bu konuda?

İçime sinen çok emek verilmiş bir çalışma oldu.
Başarıp başaramadığım ise okuyucunun muhatap olduğu bir soru. Bunu kendi açımdan cevaplamam doğru olmaz. Okuyucuların geri dönüşleri olumu. Benim ise vicdanım rahat. 

İçinden geçtiğimiz süreci nasıl değerlendiriyorsunuz peki? Bu sorunun muhatabı olduğu konusunda ısrarcı "yazarların", çok satılan kitapların, kitabın yazılış sürecinde verilen ödüllerin olduğu bir dönemdeyiz. Hep böyle miydi sizce?

Şu an cümleleri tam ifade edemeyebilirim ama Gramsci'nin "eğer bir kişiyi beyninden-düşüncesinden yakalarsanız, kolları ve bacakları da ardı sıra gelir" benzeri bir ifadesi vardı. 

Ben bu cümleyi çok önemsiyorum. Bugüne değin egemenlerin bu konudaki ciddiyetlerini toplumsal muhalefete kıyasla daha tutarlı buluyorum. Yani bizim cenah bu konuda daha çok üretmek zorunda bugün. Çünkü insan aklını kuşatan ya da teslim alan şeyler genellendiği gibi estetikten yoksun, kötü ve vasat üretimler olmuyor her zaman. Evet çürütüyor belki ama çürüten her şey çürük değildir. Yani çürüten edebi ürünler ne yazık ki tezgahta çürük duran ürünlere benzemiyorlar. Ayırt etmek için bilgi gerekiyor, deneyim gerekiyor. Bizim işimiz belki de bu deneyimi ve bilgiyi ilerletmek, iletmek. O romanlar ışıltılılar ve hatta tezgahta "oku beni" diye yanıp sönen minik ışıklara sahipler. 

Ama o kadar. En nihayetinde hepsi tezgahta satış için duruyor. Okunsun diye kaleme alınmıyorlar. Aldıkları ödüller de bunu belirlemiyor bence her zaman. 

Hep böyle miydi sorusunu bir kenara bırakalım. Belki hep vardı bu durum ve belki bugün daha yaygın. Ama bunun az mı çok mu, iyi mi kötü mü olduğunu biz belirleyebiliriz. Daha çok üreterek daha iyisini üreterek. Piyasa koşullarına hazırlanmış kitapların karşısına bunları alt edecek kitaplar ile çıkmak zorundayız. 

Çünkü o kitaplar bütünlüklü olarak kötü olmadıkları için okuyucunun aklına sızabiliyorlar. Aklına sızınca da denildiği gibi kolu ve bacakları da ardından geliyor. Bu sözde entelektüeller, insanların itiraz etme kanallarını tıkıyorlar. Şirin görünen bir dizi tuhaflık onların sayesinde hayatımıza giriyor. 

Ama umutsuz da değilim. Evet belki yazdıklarım bu karamsarlığı ve kötülüğü resmediyor ama tüm bunlar aynı zamanda çıkış yolunu da gösteriyor.