Yeni başlayanlar için 10 soruda Lozan (5): Lozan'a nasıl bakmalı?

Lozan konusundaki yazı dizimizi bu iki sorusuyla sonlandırıyoruz.

Aytek Soner Alpan

9. Lozan'da eleştirilecek ne vardı?

İktisadi alanda Lozan'da çok önemli kazanımlar elde edilmiştir. Henüz kurulmakta olan devletin "biçimsel egemenliğe" sahip olabilmesi için gereken asgari koşullar Lozan sayesinde sağlanmıştır. Şöyle ki; adli ve iktisadi kapitülasyonlar tamamen kaldırılmış, Düyun-u Umumiye İdaresi'nin maliye üzerindeki denetim yetkisi sonlandırılmış, ülke limanları arasındaki taşımacılık hakkı yani kabotaj yabancılara kapatılmış, ilk beş yıl gümrük tarifesinde değişikliğe gitmeme şartıyla ülkenin gümrük egemenliği tanınmıştır.

Ancak bu adımlara karşılık Lozan ve onu takip eden süreçte, Türkiye, Osmanlı dış borçlarının %67'sini faiziyle birlikte ödemeyi kabul etmiştir. Bu, bana kalırsa, Lozan'da atılan en büyük geri adımdır. Osmanlı ile siyasi ve ideolojik düzlemde kopuşu zorlayan yönetim, iktisadi olarak tüm hareketlerini sınırlayacak bir sürekliliği kabul etmiştir. Bu borçlardan Türkiye'nin payına 108 milyon altın Osmanlı lirası tutarında bir meblağ düşmüştür. Bu borç tutarının banknot olarak ödenmesi kabul edilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti, 1929'dan itibaren yedi yıl boyunca yıllık 2 milyon altın lira ödeyecek, 1936 sonrasında ise taksitler daha da artacak ve 1952 yılında 5,2 milyon altın liraya ulaşacaktı. Çeşitli iktisat tarihçilerinin yaptığı hesaba göre 1929 yılında, yani henüz işin başında borç taksidinin ödemeler dengesi üzerindeki yükü 15 milyon TL civarındaydı. Bu da ülkenin ihracat gelirlerinin %10'u gibi olağanüstü yüksek bir meblağa tekabül ediyordu. 1930'lu yıllarda bu taksitler ödenemez duruma geldi. 1936 yılında, Türkiye, Osmanlı borcunun çoğunun muhatabı olan Fransa ile anlaşarak yıllık taksitlerinin yarısını belli ihraç malları ile ödemeye başladı. 1938'de de taksitlerin tamamının bu yolla ödenmesi kararlaştırıldı.

Burada erken Cumhuriyet dönemi iktisat politikalarının genel bir eleştirisini yapmak niyetinde değiliz. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Lozan'ın iktisadi çerçevesinin arkasında hem Korkut Boratav'ın hem de Yahya Sezai Tezel'in açıkça işaret ettiği, Gülten Kazgan'ın da ima ettiği üzere 1908-1922 ile 1923-1929 dönemleri arasındaki zihinsel süreklilik mevcuttur. Kemalizmin yapmış olduğu net ekonomik tercihler 1923-1929 yılları arasındaki liberal politikalarla kapitalist kalkınma stratejisinin uzantısıdır. Hızlı sanayileşme, tarımsal üretimin hızla artırılması, ülkenin ulaşım altyapısının geliştirilmesi hedefleri mevcuttur, ancak bunlar için yeterli sermaye birikimi yoktur. Bu açığın kapatılması için liberal politikalara ve yabancı sermayeye yaslanılması fikri baskın hale gelmiştir. Yukarıda "biçimsel egemelik" ifadesini vurgulamamızın sebebi biraz da budur. Zira, bu egemenlik anlayışı, yabancı sermaye karşıtı ilkesel bir tavırla şekillenmemiş (kategorik olarak reddedilmesini kastetmiyorum), hatta tam tersine yabancı sermayenin ulusal ekonomiye ilişkin karar alma süreçlerinden uzak tutulması gibi aslında kapitalist ekonomide imkansız olan bir dengecilikle sakatlanmıştır (Dün anlatma fırsatı bulamadığımız, ama Musul sorunu ile alakalı, ABD kökenli sermaye ile girişilen Chester projesi anılabilir). Burada yine sınıfsal tercihlerin izlerini takip etmek mümkündür: Burada söz konusu olan, kurtuluş mücadelesi döneminde giderek daha fazla desteğine yaslanılan müslüman-Türk tüccarların ufkudur. Bu tüccarların millilikten anladıkları, yabancı sermayenin ülkedeki uzantısı durumunda olan gayrımüslim yerli sermayenin yerini almaktır. Şubat-Mart 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi'nin tutanaklarına göz atmak bu konuda iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir.

Lozan konusunda ikinci eleştirilebilecek başlık, bu antlaşma ile karara bağlanan zorunlu nüfus mübadelesi konusudur.

Yunan ve Türk ulus-devletleri, ileride çıkabilecek etnik sorunları bertaraf etmek için etnik homojenleştirme taraftarı bir tutum içindeydiler. Özellikle Sovyet Rusya’nın varlığında bölgede kontrolsüz bir gelişmeyi engellemek için İngiltere de jeostratejik çıkarları gereği “stabilite”den yanaydı. Böyle bir atmosferde masaya nüfus mübadelesi fikri getirildi. “Getirildi” diyorum, zira fikre kimin kaynaklık ettiği yanıtlanabilmiş bir soru değil. Venizelos ve İsmet Paşa, daha sonra, fikrin diğer taraftan çıktığını söyleyerek bu konuda birbirlerini suçlamışlardır. Öte yandan pek çok kaynak, mübadelenin fikir babası olarak Norveçli kaşif ve diplomat Fridtjof Nansen’i işaret etmektedir. Uluslararası mülteci rejiminin inşasında öncü isimlerden olan Nansen, mübadele kararının alınmasında ve uygulanmasında aktif rol oynamıştı. Ancak “fikir babalığı” iddiasını Nansen de kabul etmemiştir.

Çeşitli tartışmalar neticesinde 30 Ocak 1923’te Lozan’da Türk ve Rum Ahalinin Mübadelesine İlişkin Mukavelename imzalandı. Yani uluslararası bir kurumun gözetiminde (Cemiyet-i Akvam) gerçekleştirilecek tarihin ilk zorunlu nüfus mübadelesine karar verilmiş oldu. Sözleşmenin başlığında “Türk” ve “Rum” sözcükleri geçse  de mübadelede temel alınan kriter “din”di. Dolayısıyla, kimi istisnalar dışında Yunanistan’daki Müslümanlar ve Türkiye’deki Ortodoks Hıristiyanlar mübadele edilmiştir. Örneğin, Anadolu’da yaşayan, Türkçe konuşan ve Yunan harfleri ile Türkçe yazan Karamanlı Ortodoks Rumlar ile Giritçe denilen bir Yunanca ağız konuşan, pek çoğu Türkçe bilmeyen Giritli Müslümanlar da mübadele kapsamına alınmıştır. Bu insanların gönderildikleri yerlerde karşılaştıkları zorluklar kendi başına bir incelemenin konusu olabilir. Diğer taraftan, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Ortodoks nüfus ile Batı Trakya’daki Müslümanlar mübadeleden muaf tutuldu. Bu topluluklar, daha sonra bu iki ülke arasındaki anlaşmazlıklarda kullanılacak "rehin toplumlar" haline gelmiştir. Mübadelenin kabul edilmesiyle birlikte Türkiye, Misak-ı Milli'deki taleplerden biri olan Batı Trakya'da halk oylaması fikrinden vazgeçiyordu. Bunun alternatifi savaş esnasında ve sonrasında Anadolu ve Trakya'yı terkeden 1,2 milyon Rum'un evlerine geri dönmesini kabul etmek oldu.

Biliyoruz ki nüfus mübadelesi fikri ne Türklere ne de Yunanlara yabancıydı. 1910’lu yıllarda Osmanlı-Bulgaristan, Bulgaristan-Yunanistan ve Yunanistan-Osmanlı arasında zorunlu olmayan nüfus değişimi görüşmeleri ve pratikleri mevcuttu. Dönemin diplomatik uygulamaları arasında bulunsa ve meşru görülse de böyle bir yöntem bugünden bakıldığında bir etnik temizlik yöntemi olarak kabul edilmektedir. Ancak Türk-Yunan nüfus mübadelesi ne ilk, ne de son olmuştur. Hindistan-Pakistan bölünmesi esnasında uygulanan ve bir felaketle sonuçlanan bu uygulama hala bir plan olarak kimi uluslararası sorunların çözümü için gündeme gelmektedir. Hatta geçtiğimiz yıllarda Mümtaz Soysal, Vecdi Gönül gibi isimler Kürt sorununun çözümü için mübadele meselesini önermişlerdir. Bu nedenle bu uygulamanın gayrıinsani boyutu ve sorun çözmekten çok yeni sorunlar yaratan karakteri yüksek sesle dile getirilmelidir.

Bu konunun bir uzantısı olarak görülebilecek bir dizi başlıkta Türkiye'nin Lozan'dan gelen yükümlülüklerini uygulayıp uygulamaması gibi sorunlar bu dizinin konusu dışında kalıyor.

10. Lozan'a nasıl yaklaşmalı?

Lozan, ne resmi tarihyazımında gösterildiği gibi tarihte eşi benzeri olmayan mutlak bir diplomatik zaferdir, ne de bugün bazı aklıevvellerin iddia ettiği gibi bir hezimettir. Lozan, Cihan Harbi'nden yenik çıkmış, işgale uğramış ve yüzyıllardır uluslararası siyasetin dengeleri sayesinde ancak suni solunum yapabilen Osmanlı'nın ister istemez tarihsel mirasçısı olan Türkiye'nin siyasi ve iktisadi anlamda formel egemenliği konusunda önemli kazanımlarla ayrıldığı ve elbette masaya otururkenki taleplerinin bazılarından vazgeçtiği bir antlaşmadır. Milliyetçiliğin yayılmacı gözlüklerini çıkarıp nesnel bir ölçüyle bakılacak olursa, görülecek olan şey masaya oturmadan önceki toprak taleplerinin kimi istisnalar haricinde gerçekleştiğidir. Ancak Sovyet yazarı Gurko-Kryajin'in 1924'te yazdığı gibi bu antlaşma "diplomatik kançılaryalarda değil, Anadolu'nun savaş meydanlarında doğan" bir antlaşmadır. SSCB Bilimler Akademisi tarafından yayımlanan Ekim Devrimi Sonrası Türkiye Tarihi isimli çalışmada çok doğru biçimde ifade edildiği gibi "geçmişte Türkiye hükümetlerinin hayal bile edemedikleri Lozan zaferi, Versay sistemi savaş sonrası antlaşmarının bir parçası olan Sevr Antlaşması'nın ortadan kaldırılması demekti".

Diğer taraftan, tüm bu tartışmaların sınıfsal bir özü olduğunu ve Lozan'a giden sürecin ardında sınıfsal akıl ve reflekslerin yattığını unutmamak gerekiyor. Yukarıda kısaca bu sınıfsal arkaplanı anlatmaya çalıştık. Şunu ekleyebiliriz:

Kurtuluş mücadelesinin sınıfsal aklı, gerçekleşen devrimin anti-emperyalist karakterinin derinleşmesinden, sınıf savaşımının keskinleşmesinden ve işçi sınıfının ve köylülüğün mülk sahibi sınıflar lehine kazanımlarının genişlemesinden korkmuştur. Benimsenen kapitalist kalkınma stratejisi gereği mali-ekonomik bağımlılık ortadan kaldırılmamış, bunların yeni biçimlerde yeniden üretilmesinin yolları yaratılmıştır. Kurtuluş Savaşı'ndan başlayarak solun sistematik tasfiyesi de bu aklın çıktısıdır.

Bu sınıfsal akıl, aynı zamanda diplomatik anlamda Türkiye'yi tüm tezleriyle birlikte mutlak olarak destekleyen tek ülke olan Sovyetlerin masada yüzüstü bırakılmasında da görülmektedir.  

Burada unutulmaması gereken noktalardan biri, Lozan'ın imzalanabilmesini sağlayan en önemli faktörlerden birinin Ekim Devrimi'nin yarattığı kırılma olduğudur. Sovyetlerin desteği ve varlığı olmadan Lozan'ın bu şekilde imzalanması, bu büyüklükte bir siyasi birimin bu coğrafyada ortaya çıkması mümkün değildi. Sınıf mücadelesinin kuralları serttir ve burada duygulara yer yoktur. Türkiye örneğinde de bu geçerlidir. Bu gerçek, Türkiye kendisini "Batı dünyası ve Hür dünyanın" bir parçası olarak kabul ettirmeye çalıştıkça, Sovyetlere dönük bir minnet değil, emperyalizme teslimiyet üreten bir motor haline gelmiştir. Cumhuriyeti bugün gelinen yıkımla başbaşa bırakan da tarihin bu motoru olmuştur.

Son olarak şu noktayı hatırlatmakla yükümlü hissediyorum. Falih Rıfkı'nın Batış Yılları isimli çalışmasında söz konusu dönem hakkında değerlendirme yaparken mutlaka akılda tutulması gereken şu satırlar yer alır:  

Ömürlerini yeniden yaşamak isteyenler çoktur. Bizim kuşaktan ömürlerini tekrarlamaya cesaret edenler bulunabileceğini pek sanmıyorum. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından yirminci yüzyılın ikinci dekadına doğru nasıl olup da tarihin mezarına gömülmeden atlayabildiğimize hâlâ şaştığım kara günleri duygulu bir Türk bir daha yaşamak değil, hatırlamak bile istemez.

Naçizane tavsiyem, bu dönem değerlendirilirken bu denli büyük bir travma olduğunu da akılda tutmak gerektiğidir. Bu travmaya bugün tekrar heveslenildiği gibi haritaların yeniden çizilmesinin yol açtığının bilinciyle ve sınıf mücadelesinde duygulara yer olmadığı vurgusuyla birlikte…

Buraya nereden geldik? Lozan'ın tartışmaya açılmasıyla… Onlara dair iki kelam etmeyecek miyiz? Onların kim olduğunu zaten Nazım anlatmıştı:

Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,

fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…

Eskilerin bir dizi yazıyı bitirdiği gibi bitirelim:

Hitam


Görsel için açıklama:

Bu görsel 30 Ekim 1924 tarihli Akbaba dergisinin kapağıdır.

Görselin sağ tarafında üzerinde "Anavatan" yazan ölmekte olan yaşlı bir kadının kurumuş memelerini emen bir Siyam ikizi vardır. Birinin üzerinde "saltanat" diğerinin üzerinde "hilafet" yazmaktadır. Saltanatın tasmasını tuttuğu kedinin üzerinde ise "millet" yazmaktadır. Bu resmin altındaki açıklamada "Yedi yüz senelik Osmanlı tarihi" yazmaktadır.

Soldaki resimde de "millet", üzerinde "cumhuriyet" yazılı bebeği emziren genç annedir. Resmin altında da "bir senelik cumhuriyet tarihi" yazılıdır.

Bu vesileyle tüm okuyucuların Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.