Utancın eski adı, 'Hayırsız Ada'

Uzunca bir dönem sokak hayvanları için dünyanın en korunaklı yerlerinden biri olan Türkiye'de, zulmün başladığı yer Hayırsız Ada'ydı. 1910 yılında sokaklardan toplanan onbinlerce köpek, Marmara Denizi'nin ortasında ölüme terk edildi.

Gonca Tokyol

Göçebe bir hayat sürmenin de etkisiyle hayvanlarla iç içe yaşanan Türkiye topraklarında hayvan düşmanlığının tarihi çok da eski değil. Kartal, geyik, kurt gibi hayvanları sembol olarak kabul eden Türk boylarından hayvanlar ve ağaçlar yararına vakıfların kurulduğu, mimarinin birçok noktada hayvanların da yararlanabileceği şekilde düzenlendiği Osmanlı'ya, hayvanlar dünyanın diğer birçok bölgesine göre çok daha iyi durumdaydı.

"Batılılaşma" etkisinin artmasıyla birlikte ise halkın değilse de Osmanlı yönetiminin özellikle sokak köpeklerine bakışında ciddi bir değişiklik yaşandı. İstanbul'u sokak köpeklerinden arındırmaya yönelik ilk iki teşebbüs, İkinci Mahmut ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde yaşandı. Sokak köpekleri bu iki padişah döneminde toplanarak Hayırsız Ada'ya (Sivriada adıyla da bilinen bu yer, Marmara Denizi'nde Kızıl Adalar adı verilen ada kümesinin bir parçasıdır) sürgün edilmek istendi ancak halkın tepkisi ve eş zamanlı olarak yaşanan yangınların "uğursuzluk" kabul edilmesi sebebiyle köpekler ana karaya geri alındı.

1910 yılında ise İstanbul'un köpekleri için yeni bir sürgün kararı alındı. İttihat ve Terakki'nin "Avrupalı görünme kaygısı"nın da önemli bir sebebp olduğu bu kararın ardından köpekler birkaç gün içerisinde şehirden toplanarak Hayırsız Ada'ya götürüldü. Yiyecek bulmanın neredeyse imkansız olduğu, su ihtiyacının kuyudan karşılandığı adada İstanbul'un köpeklerinin neler yaşadığını, durumu yerinde gözlemleyen bir Fransız gazeteci şöyle anlatıyordu:

"Bir mil uzakta ağaçtan, bitkiden oluşmuş yalçın bir kayadan ibaret olan ada gözüküyordu.. Yalçın kayanın üstünde köpekler karınca gibi kaynıyor… Köpeklerin en büyük kısmı sahili takip eden kayalık üzerinde toplanmıştı. Pek çokları güneşin hararetinden kavrulmuş, serinlemek için var güçleriyle suda yüzüyor, son takatlarına kadar suda kalmak istiyorlar. Ötede beride görülen cesetlerin etrafında dolaşarak, çabalayarak bir parça et koparmaya çalışıyorlar... Karadaki diğer kısmı ufak bir gölge bulabilmek için taş kovuklarına sığınmak üzere delik, deşik arıyorlar... Diğer bir kısmı ise adeta delirmiş gibi oraya buraya koşuyorlar, sürekli kendi etraflarında dönüyorlar... Seslerini şimdi tam olarak duyuyorduk. İşittiğimiz bu feryatlar köpek havlaması değil adeta insan feryadı idi.

"Kaptan geminin düdüğünü çaldırdı. Zavallı hayvanlar bir yardım sesi duymuş gibi heyecanlandılar. Bu sese hayvanların nasıl yalvarırcasına cevap verdiklerini size anlatamam. Bilmem göz önüne getirebiliyor musunuz? Feryat ve inilti saçan bir yalçın kaya. Bir yanardağ ki ateş yerine feryat, duman yerine cesetler saçıyor. Bu kızgın zemin üzerinde su, yiyecek için ağızları açık köpekler... Etrafında martıların uçuştuğu cesetler kısım kısım denizde lekeler oluşturuyor. Vapur hareket etti. zavallı köpekler yine bizleri son bir ümit ile takibe çalışarak çırpınıyorlar. Hiçbir şeyden habersiz geminin dalgaları onları büsbütün batırıyor, boğuyor, öldürüyordu. Ne karada ne denizde ölümden başka onlara el uzatan yoktu. Uzaktan bir romorkör'ün adaya doğru geldiğini gördük. Arkasında iki mavna köpek dolu kafeslerle aynı adaya gidiyor. Hayırsız Ada'nın aç sakinlerine İstanbul'dan taze köpek getiriyorlardı. Biz uzaklaştık. Marmara'nın yüzü üzerinde siyah bir nokta halinde kalan bu müthiş manzaralı adadan bakışlarımızı ayıramıyorduk...”

*soL dergisinin 25. sayısında yayımlanmıştır...