Ülkede büyük bir tehlike var; Boyun eğmeyen kadınlar

25 Kasım’ın bir mücadele günü olarak yaşatılıyor olmasının nedeni Mirabal Kardeşlerin*, diktatör Trujillo’ya söylettiği sözlerin bir benzerini, bugün yine ancak bu düzenin tekinsizleri söyletebilir; “Ülkede büyük bir tehlike var; Boyun eğmeyen kadınlar.”

Gökçe Gün

Sofia Coppola’nın Virgin Suicides filmi, 13 yaşında bir kız çocuğunun bileklerini keserek kalkıştığı intihar sahnesiyle açılır. İlk denemesi başarılı olamayan kız çocuğu, muhafazakarlıkla aklı kör olmuş ailesinin absürd çabalarını atlatır, kendisini üst katın penceresinden bahçenin demir korkuluklarının üzerine bırakıverir. Kızlarının ölümünün ardından ailenin yapabildiği ise, demir parmaklıkları bir arabanın arkasına bağlayıp gaza basarak sökmek olur.

Kadını hedef alan şiddet, gün geçtikçe daha da tatsızlaşan bir motivasyonla, modern insanın binlerce yıllık büyük tarihsel birikimine ihanet sayılabilecek savrulmanın gölgesinde kök salıyor. Dünya Bankası verileri, 15-44 yaş arası kadınların kanser, trafik kazası ya da sıtmadan daha çok; tecavüz ve ev içi şiddet tehlikesi altında olduğuna işaret ediyor. Her 3 kadından biri hayatı boyunca en az bir defa fiziksel ve cinsel şiddete uğruyor.

Peki pandemik bir davranış bozukluğu sendromu olarak kavramayacaksak, bu tabloyu nasıl değerlendireceğiz?

Kadınlar, “Biz buralarda kadınları pek sevmeyiz dostum” soluğunu hissedip durdukları, kocaman bir Teksas’ta mı yaşıyor?

YALNIZ ‘EYLEMCİ’ DEĞİL, ‘AHLAKSIZ EYLEMCİ’

Toplumsal yaşamın parçası, belirleyeni olma konusundaki ısrarı; kadının hedef olmasının altında yatan temel mekanizmalardan biri. Sokağa çıkan kadın, izolasyonu reddettiği her aşamada bir ehlileştirme kaygısının hedefi oluyor, bir erkekle konuştuğu, sevdiği renkte bir eteği giydiği, o gün yakasındaki 2 düğmeyi açık bıraktığı için “düşkün bir ahlak” suçuyla yargılanıp cinsel istismar hatta ölüm cezasına çarptırılıyor. “Hafif kadın”lık, “ağır erkek”lerin düzenindeki lugatın vazgeçilmezi, “kadın suçları mahkemesi”nin ise en çok davası görülen meselesi oluyor.

Yine sokağa çıkan kadın, işgücünün nitelikli bandında tuttuğu yere kayıtsız kalınamadığında dahi buraların sevilmeyeni. Patronlar istisnasız her zaman, “babalığa” hazır olmayan, sürpriz gebelikle sarsılan bir üzgün erkek ve kadınlar örgütü olarak hareket ediyor. Hamile kalabilen, süt izni talep eden bir cins olarak kadınlar, karlarına kar ekleme keyfine müptela patronlar için, üzeri en kırmızı kalemle çizilecek ilk baş ağrılarından ibaret.

Yalnızca o mu? TEKEL işçisi kadınları anımsayın, AKP ve patron örgütleri, şerbet dolu kadehlerini istikrara kaldırır, kimse bu suç şebekelerine toz kondurmazken “Hükümet 4-C’yi al başına çal” deme cüretini göstermişlerdi. Başkentte haftalarca çadırlarda kalmış, ne polisin biber gazına ne de kadın oldukları için işçi düşmanlarınca “eylemcilik suçu”na ilaveten “ahlaksız eylemcilik”le suçlanmaya aldırmışlardı.

Peki AKP’li yıllarda gericilik, en çok kadınlarca madara edilmedi mi? Bir gün yobazlığın arsız bulduğu kahkahalar bir eylem yapma biçimine dönüştü, bir başka gün namahrem göbekler açılıp üzerine “Benim bedenim, benim kararım” yazıldı.

Kadınlar, ne patronların kuralsızlık hayallerine ne de gericiliğin biçimsiz kıyafetine olur veriyorlardı. Bulundukları kabın şeklini alamayan, kendi kıyafetlerini kendileri biçmek isteyen kadınlar, elbette sevilmeyeceklerdi.

BU DÜZEN ÖLDÜRECEK, İSTİSMAR EDECEK

Tekrar etmeliyiz; “Biz buralarda kadınları pek sevmeyiz dostum” bu düzenin mottosu.

Bakmayın dokunaklı şarkılar yazdıklarına, önce bunu kabul edeceğiz.

Bu düzende karanlık bir sokakta yürürken ürpermekten alıkoyamayacağız kendimizi, bizi korkutma niyeti olmayan adamlar bile, endişemizi farkedip mesafeyi açacak yahut karşı kaldırıma geçecek denli incelikli olamayacak. İncelikler bir yana, gündüz dahi sokağa çıkmamızdan huzursuz olan bu düzende, bir de gecelerine tekinsizlik salmamızı istemeyeceklerinden ötürü, sokaklar da hep karanlık kalacak.

Bu düzen kadınları öldürecek.

Kafese koyacak Alevi kadınları Suriye’de, sonra her gün “toplumsal cinsiyet” analizleri yayınlayan New York Times, “Ama sorun bakalım ılımlılar neden kadınları kafese koymak zorunda kaldı” diyerek sakallılara arka çıkacak.

Bu düzen kadınları öldürecek. Öldürürken ikiyüzlülük saçacak.

Olimpiyat dereceleri olan atlet Oscar Pistorius sevgilisini yatak odasında silahla vurduğunda, “yanlışlıkla oldu” yalanına inanacak Güney Afrika mahkemeleri. Genç kadının ardından adını yaşatmak için kurulan derneklerle teselli edecek hala hayatta kalabilenleri, ikiyüzlülükte sınır tanımayacak.

Bu düzen istismar edecek.

Öldürülen kadınların ardından üçüncü sayfalardan gözyaşı döktürürken gazetelerine, arada bir satırda kadının bir barda çalıştığını fısıldatacak, arka sayfalarında ise “güzelleri” ağırlatacak. 

“Kobane’de kadın devrimi” okumasına soyunurken, kız çocuklarına tecavüzü “İslami değer” diyerek müdafaa eden Altan Tan’ı (Afişteki görselin öyküsü hiç mühim değil) mazur görecek.

Bu düzen istismar edecek. İstismar ederken para saçacak yandaşlarına.

Milyarlarca dolarlık porno endüstrisini bedenine uygulanan şiddetin erotikleştirildiği kadınların üzerinde yükseltir, şiddeti seyirlik malzemeye çevirirken, buradan “özgürlük pazarı” teraneleri uyduracak.

Üstelik yalnızca öldürüp istismar etmekle de yetinmeyecek bu düzen. Şiddeti araçsallaştıracak, bu utanç verici, insanlığı alçaltan, değersizleştiren zinciri bir zorunlulukmuş gibi sunacak. Arama motorlarına “Bugün kaç kadın öldü” diye sormayı bir oyun haline getirecek, bununla savaşılamayacağını sandıracak.

Kapitalizm, kriminal ilkelere göre örgütlenen bir toplumdan ötesini vaat etmeyecek. Kötülüğü sıradanlaştırırken, topu münferit canavarların üzerine atarak kendisini aklayacak. Bir gün Ayşe Paşalı’nın katili eski kocasından nefret edecek, bir başka gün Özgecan Aslan’ı katledenlerin öfkesiyle titreyeceğiz.

Ama yaşamamıza yetmeyecek.

Suçu dar bir alana, başıbozuk bir şeytana itekler; cehenneminin yargılanmasının önüne geçerken düzen; biz de ham bir dayanışmacılığın yaşamaya devam etmek için dahi kadınlara yetmediğini göreceğiz.

ÜLKEDEKİ BÜYÜK TEHLİKE: BOYUN EĞMEYEN KADINLAR

Virgin Suicides, ailenin geride kalan 4 kız çocuğunun da toplu intiharıyla sona erer. İlk kızlarının intiharının ardından yobazlığından ödün vermeyen aile, işi kızlarını okuldan almaya dek vardırır. Nihayetinde, demir korkuluklardan kurtulmanın bir şey ifade etmediğine gönderme yaparcasına, bambaşka şekillerde kendilerini öldürmeyi seçer kız çocukları. Filmin sonu, düzenin “ölümlerden ölüm beğenin” mesajını taşıyor gibidir adeta. Hayatı tüm dolgunluğuyla kapsamayan bir mücadelenin kadınları yaşatma şansı, tıpkı ilk sahnelerde sökülüp atılan o demir korkuluklar kadar olabilir.

Kadınlar, korkulukları sökme önlemlerin izin verdiği kadar yaşamayı sindirmeyecekse, yasaklı boyun hareketlerine eşlik edecek, yapılacak şeyler olmalı. 25 Kasım’ın bir mücadele günü olarak yaşatılıyor olmasının nedeni Mirabal Kardeşlerin, diktatör Trujillo’ya söylettiği sözlerin bir benzerini, bugün yine ancak bu düzenin tekinsizleri söyletebilir;

“Ülkede büyük bir tehlike var; Boyun eğmeyen kadınlar”

*Mirabal kardeşler

25 Kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyeti'nde 3 kız kardeş, Patria, Minerva ve Maria Terasa Mirabal, Trujillo diktatörlüğü askerlerince tecavüz edilerek katledildi. Diktatörlüğe karşı Clandestine hareketinin kurucuları ve kadroları olan kardeşlerden korkusunu Trujillo; "Ülkedeki en büyük iki tehlike; Kilise ve Mirabal kardeşlerdir" sözleriyle ifade etmiştir.  Miraballerin öldürülmeleri, Dominik'te büyük bir tepki uyandırmış, güçlenen direniş 1 yıl içinde diktatörlüğün devrilmesiyle taçlanmıştır.

Mirabal kardeşlerin ölüm yıldönümü, 1981 yılında Kolombiya’nın Bogoto şehrinde bir araya gelen Latin Amerikalı ve Karayipli Kadınlar Kongresi'nde "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan edilmiştir. Karar, 1999 yılında Birleşmiş Milletler tarafından da onay görmüştür.

** Haftalık siyasi dergi Boyun Eğme'nin 8.sayısında yayınlanmıştır